31 Mart Vakası altı asırlık Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması

31 Mart Vakası altı asırlık Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına sebep olmuş bir vak’adır. Tarihçiler ve olayın canlı şahitleri bu vak’anın planlı ve tertiplenmiş bir olay olduğu konusunda hemfikirdir.

Malazgirt Zaferi’nden sonra 
Sultan Alparslan Romen Diyojen’e sorar:“

Hiç tarih okur muydun?”Diyojen cevap verir:“Hayır, niye?
Alparslan cevap verir:
“Tarih okumayanların sonu senin gibi olur..!”

31 Mart Vakası altı asırlık Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına sebep olmuş bir vak’adır.

Tarihçiler ve olayın canlı şahitleri bu vak’anın planlı ve tertiplenmiş bir olay olduğu konusunda hemfikirdir.

O tarihten bu yana ve özellikle son günlerde cereyan eden olaylar, 31 Mart Vak’ası’ndan yeterli dersi almadığımızı gösteriyor.

O tarihlerde halkın ve askerin dini duyguları kullanılarak din konusunda tedirginlik ortaya çıkaracak olaylar tertiplenmiştir. Diğer yandan ise, asker içinde ayrılık, isyan ve ayaklanmalar çıkarılmıştır.

Bu nedenle “Güçlü Ordu” ve disiplinli ordu bir devletin bekası için oldukça önemlidir.

Düşmanlar bu nedenle öncelikli olarak ordumuzu yıpratmaya ve disiplinini bozmaya çalışıyorlar.

Bugün bazılarının askere saldırmalarının ve askeri yıpratma faaliyetlerinin arkasında, askeri isyana teşvik edip, ayaklandırma gibi benzeri bir gizli plan olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bir günde yüzlerce subayı, generali gözaltına almanın başka bir amacını görmek oldukça zor. Askeri isyana teşvik etmek için bugün “şeriat elden gidiyor” propagandasını kullanılacak değiller ya.

General Cevat Rifat Atilhan 31 Mart Vak’ası’nın tertiplenmesinin iki önemli nedeni olduğunu söylüyor:

“1-Sultan Abdülhamid bundan birinci derecede mes’ul tutularak tahttan indirilecek.

2-Türk milleti geri ve mürteci gösterilerek bu ihtilâl, bu aziz millete karşı dâimi bir tehdit silahı olarak kullanılacak ve… ve bu sayede gizli kuvvetler; asyanın efendisi, İslâm dünyasının alemdarı olan aziz milletimizi sindirip, onu istedikleri istikametlere kolaylıkla sürükleyebilecekler.”

Yahudiler Sultan II.Abdülhamit Han’dan Filistin’de yer isterler. Abdülhamit Han gelenleri huzurundan kovar ve şöyle seslenir:

“Atalarımın kanla aldığı yeri, para ile veremem..!”

Bunun üzerine II.Abdülhamit Han’ı indirmek için tertiplere girişirler.

General Cevat Rifat Atilhan eserinde bu konu ile ilgili şu ayrıntıya dikkat çeker:

“Talât Paşa, kendi dostu olan bir Yahudi gazeteciye uzun bir mülâkat vererek Yahudilerin serbest olarak Filistine hicret edeceklerini, ilerde orada muhtar bir şekilde kendi kendilerini idare edebileceklerini ve istedikleri gibi kültürlerini her tarafa yayabileceklerine söz vermiştir.

Bu malûmat 31 Kânun evvel 1917 tarihinde Vossiche Zeitung ve 4 Şubat 1918 tarihinde Yüdiche Rundschau gazetelerinde neşredilmiştir.”

General Cevat Rifat Atilhan 31 Mart Vak’ası’nın sebeplerinden diğerinin ise müslüman halkı sindirmek ve üzerinde sürekli bir baskı oluşturmak olduğunu söylüyor:

“31 Mart vukuatı esnasında hiç şüphesiz cahil, İslâmiyet’in ruh ve manasını anlamaktan âciz bazı ham softalarda fırsatı ganimet bilerek bu işe burunlarını sokmuşlardır. Bu ferdî ve bâtıl hareketleri fırsat bilerek betbâhların da ikide birde irticâ diye feryâd etmeleri vicdansızlık ve din düşmanlığının en bâriz alametlerindendir. 31 MART faciası masum ve gayrı masum bir çok sarıklının başını yemiştir. Fakat mesele hala kapanmamıştır.

Aradan elli bir yıl geçtiği halde düşman ne zaman boy göstermek ne zaman millete göz dağı vermek istemiş ise ağzından şu cümleler dökülmüştür.

İRTİCA!…”

General Cevat Rifat Atilhan 31 Mart Vak’ası gibi benzer tertiplerin, halkın inançları konusunda baskı oluşturup, gözdağı vermek, İslamı köreltip, engellemek olduğunu düşünüyor. Ve bu amaç içinde saf müslümanlar ile bunların arasına sokulan ajanların kullanıldığını, önce gaz verip şımartıldığını, sonra da budamaya geçildiğini belirtiyor.

“Bize kuvvet ve gayret veren bize cesaret ve inanç telkin eden bizi dâima dimdik ayakta tutan faktör milletimizin dine olan bağlılığı ve asaletidir. Hasım yakın tarihimizde buna karşı iki ayrı politika gütmüştür:

Biri 31 Mart faciasında olduğu gibi, kendi elemanlarını saf kütlenin arasına sokarak onların bam tellerine basarak ayaklanmalar meydana getirmiş millî bünyede rahneler açmıştır.

İkincisi kendi tertiplediği irticai hareketleri ileri sürerek teşkilâtını ve satılık elemanlarını seferber ederek ,yükselttiği ses ile kitleyi sindirmek…”

Aşağıdaki satırlarda General Cevat Rifat Atilhan’ın eserinden 31 Mart Vak’asının nasıl geliştiği anlatılıyor:

Şurasını söylemek lâzımdır ki: İngiliz gizli teşkilatı kadar metotlu ve mahrem çalışır, emrinde çalıştırdığı insanları o kadar iyi seçer evvelden yetiştirir ki, onların sırlarına ve hüviyetlerine nüfus son derece güç ve hattâ imkânsızdır. Ancak bazı tesadüfler ve ip uçlarından bir azbir şey öğrenmek mümkün olabilir işte misal:

Volkan gazetesi 31 Mart hâdiselerinin arifesinde cidden Volkanlar gibi ateş püskürüyor… Faciadan sonra idam edilen gazetenin sahip ve baş muharriri Derviş Vahdeti öyle âteşin makaleler neşrediyor ki orta sınıfla, mutaassıp insanları tahrik etmemesi çileden çıkarmaması mümkün değil. (Derviş, bir tarikat mensubu değil bu zatın asıl ismidir.) 31 Mart faciasından aynı derece mes’ul olan avcı taburları zabitlerinden birine hitaben yazdığı “Ey zabit!” başlıklı yazı bir çok insanları zıvanadan çıkarmış ve müşterek Türk düşmanlarının hazırladığı yangını iyice körüklemişti.

Derviş Vahdet’nin yazılarını okuyanlar, bu zatın gayet mutaassıp bir din adamı olduğunu ve yazılarını, doğru, yanlış kör bir taasubun şevkiyle yazdığını sanırlar, hiçte öyle değildir. Derviş Vahdeti sarıklı bir insan değildi. Kıbrıs halkındandır. İngiliz mekteplerinde okumuş ve yetişmiştir. Acaba kimin nâm ve hesabına çalışıyordu?

31 Mart yangını söndürüldükten sonra bu hâdisede birinci derecede rol oynadığı söylenen ve İngiliz dostluğu ile tanınmış olan Kıbrıslı Sait Paşanın evi aranmıştı. Konağın selâmlık dairesini jandarma ve polis umum müfettiş muavini Erkânı harp Kolağası Kemâl bey. harem dairesini de Selânikli yüzbaşı Rıfat Efendi aramıştı. Selâmlık dairesinde uşakların odasında ve yatakların altında Volkan gazetesinde çıkan bütün baş makalelerin asılları, orijinalleri ele geçirilmiştir. Bu vesikalar Harbiye Nezareti ve Örfi Divan Harp Reisliğine verilmiş ise de ne hikmetse hiç kimse sesini çıkarmamıştır. Bu manalı hâdise Intellijens servisin 31 Mart faciasındaki rolü ve hissesi hakkında tarihimize ve milletimize kâfi bir fikir ve kanaat verir zannındayım.

(Derviş Vahdeti fakir bir aileden gelmektedir. Gazete çıkarmak için hiç parası olmadığı gibi birkaç kişiden yardım da istemiştir. Ancak nasıl olduysa bir anda gazeteyi çıkarmak için bir yerlerden parayı bulmuş ve bir de parti kurup 31 Mart’ın meydana gelmesinde bir numaralı rolü oynamıştır. Şimdi Türkiye’de kaynağı ve arkasındaki gücü şaibeli olan ve Volkan gibi provakatörlük yapan bir gazetenin ortaya çıkışı da ne garip bir tesadüf ki aynıdır…!.)

Bazı hocaların camilerde va’z ederken ihtilâlkârâne şeyler söyledikleri doğrudur. Türk düşmanlariyle, Farmasonların aleyhimize olarak en ufak vesilelerle ileri sürdükleri bu keyfiyet dahi müretteptir ve halkı galeyana getirmek için bunlar komite tarafından para ile tutulup kandırılmış kimselerdir.

Bunlardan bir tanesi Kör Ali namiyle maruf bir zattır ki, ağzına geleni söylemiş ve cemaati coşturarak az kalsın 31 Mart’tan daha evvel büyük bir hâdisenin çıkmasına ramak kalmıştı. Eğer hâdise daha evvel çıkmış olsa idi belki de millet için daha iyi olacaktı. Çünkü komite ve müttefikleri henüz hazır değillerdi. Adî bir şak’a gibi bastırılır giderdi.

Kör Ali efendinin günlerce Kıbrıslı Sait Paşa konağına devam ettiği örfi divanı harp zabıtlarında yazılıdır.

31 MART’ı körükleyen başka müessirler de vardır. Din aleyhine cephe kurmak ve alaylı zabitler meselesi…Halk yığınlarının dinî hislerini rencide edecek her hareket aleyhte çabuk tesir gösterir. Halk kendisine söylenen şeylerin doğru ve yahut yalan olduğunu ölçmez. Bu sebeple gizli ellerin din namına yaptıkları propaganda elbette müessir olmuştur.

31 Mart sabahı, nefer elbisesi giymiş bazı eşhas Fatih medreselerine koşarak talebeyi ZORLA isyana teşvik etmişlerdir.

Şekerci hanında şöyle bir vak’a cereyan etmiştir:

Rumeli ve daha ziyade dönme şivesiyle konuşan birkaç kişi; Şeriat elden gidiyor. Siz padişahımızın ekmeğiyle beslenen nankörler… Burada kitablarınızın üzerine kapanmış oturuyorsunuz ha!?…

Ayasofya mahşer yerine dönmüştü. Arada sırada naralar yükseliyordu: “Şeriat isteriz…”
Cemmi gafiller Beyazıt, Ayasofya ve Sultanahmet meydanlarını dolduruyor. Figüranlar tamam oldu demektir. İçlerinde çeşitli insanın bulunduğu böyle heyecanlı topluluklarda bazı nâhoş hâdiseler olmasını tabi görmek lâzımdır. Bu sebeple teferruat üzerinde durmuyorum

1 Nisan 1909 sabahı erken, İstanbul şehrinin Rumeli yakasındaki sınırlarından top, tüfek sesleri gelmeğe başladı. Evin penceresine koştum. Sokaklarımız âsî avcı taburu askerlerinin kumandasında yirmi otuz kadar hassa taburlarına mensup askerler tarafından tutulmuş, sokak muharebesine hazırlanıyorlardı. Nafile yere kan döküleceğinden korkuluyordu. Bazı yaşlı hanımlar:

“Yapmayın evlâtlarım. Din kardeşlerinizdir. Kan dökülmesin!” diye bağırıyorlardı.

Zira bu ihtilâlin gizli düşman eliyle yapıldığını bilen1er pek çoktu. Validem de pencereden, hem bize, çekilin diyor, hem de sokaktan Teşvikiye’ye doğru giden askerlere nasihat ediyordu. Bu sırada babam:

“Nafile söyleme. Onlar kendi kafalariyle hareket etmiyorlar. Sözler tesir etmez. Sonra içlerinden biri sana ağır birşey söyler. Sen de çekil pencereden” diyordu.

Bu sırada Rus sefiri arabasıyla saraya gelmiş Çar’ın selamlarını tebliğ etmiş. Padişahın sıhhat ve afiyetini sormuş, bir arzuları olup olmadığının Çar tarafından ehemmiyetle istimzaç edildiğini
söylemiştir.

Padişah, baş kâtip vasıtasiyle şu cevabı göndermiştir:

“Çar hazretlerine teşekkür ve selâm ederim. Sıhhatim yerinde ve bir arzum yoktur.”

Sultan Abdülhamid Han’ın yakınlarından şunu işitmiştim. Ulu Hakan Rus Çarı’na cevabından sonra baş kâtibine şöyle söylemiştir:

“Görüyormusun Cevat Bey! Rus sefiri ne demek istiyor. Allah bana böyle bir karar verdirmesin. Mukadderatın her cilvesine razıyım. Ecdadımın mezarı nerede ise benimkide orada olacaktır…”

Aleyhinde, müslüman Türk düşmanlarının senelerce yalan ve iftira kustukları koca Osmanoğlu ne şâhâne bir karar veriyor. Büyük bir imparatorluğun idaresini ellerine alıp ta onu on seneye varmadan param parça eden ve altmış bini îdam edilmek suretiyle üç milyon insanın başını yiyen komite erkânı böyle bir büyüklük gösterememişlerdir. Harâb ettikleri bir vatanın son perişan hali karşısında sadece partilerini düşünmüşler hesap vermek mertliğini göstermeden yâd ellere firar etmişler ve orada birer kurşunla ölmüşlerdir. Yalnız bunlardan Enver Paşa, İstanbul’u terk etmeden bir gün evvel Mersinli Cemal Paşaya:

“Paşam, bütün ef’âlimin hesabını vermeğe hazırım. Biz Turan yapmak istedik, viran olduk. Bizim asıl mes’uliyetimiz Sultan Hamid’i anlamamak ve Siyonizm’e alet olmaklığımızdır. Acıdır fakat hakikat bu!” dediğini kulaklarımla işittim. Bu zat yine merd bir insanmış ve ölümü de erkekçe olmuştur…

Saray mukavemetsiz ele geçti. Ve otuz üç sene bu milletin mukadderatına el koymuş ve düşmanların iftiralarının tersine olarak hayatını milletinin saadetine, vatanın yükselmesine hasretmiş olan hünkâr gayet metin ve sâkin bulunmuştur.

Bir az sonra içlerinde hiç bir Türk bulunmayan dört kişi huzura girdi. Arnavut Esat Toptani:

“Millet seni azl etti!” deyince padişah aynı vakûr ve gür sesiyle:

“Azil değil hal, demek istiyorsunuz?”

O zaman şeyhülislâm Ziyaeddin efendinin verdiği fetva Arif Hikmet Paşa tarafından okundu. Bunu sonuna kadar sükunetle dinleyen Padişah:

“Zâlike takdir-ül aziz-ül alîm!” diye mukabele etti ve karsında duran Karasso’yu göstererek çok manalı bir ifade ile:

“Pek âlâ bu yahudinin hilâfet makamında işi ne!?” diye gürledi…

(Nureddin Peker Bey, Ali Kabuli Bey olayını anlatıyor)

“Padişahımız, şeriat istiyoruz. Asarı Tevfîk zırhlısı süvarisi şeriati kaldırmak istiyenlerdendir. Baş taret topu ile sarayı hümayonu, kıç taret topu ile seraskerlik dâiresini topa tutacak. Borda toplariyle de İstanbul’u yakacak, Padişah hâini, din düşmanıdır, yakaladık huzurunuza getirdik. Ferman sevgili Padişahımızındır”

Üç beş âsi Ali Kabuli beyi arabadan çıkardılar uzunca beyaz bıyıklı, hafif orta boylu esmerce olan Bahriye binbaşı üniforması giymiş Ali Kabuli Bey hünkâra doğru beş on adım yürüyerek, istirhamkârâne bir tavırla askerce selâm verdi. Çok bitkin ve titrek bir sesle:

“Âsâr-ı Tevfik zırhlı-i hümayunu süvarisi Binbaşı Ali Kabuli kulları… Şevketmeap efendimize Allah ömürler ihsan buyursun. Askerlerin şikayetleri hakaretleri cahilanedir, iftiradır. Eseri teşviktir, şevketli Padişahım…” diye bildi ve heyecandan sesi kesildi…

Padişah hayret ve endişe içinde Ali Kabuli Bey’i süzdü. Başını sola çevirdi, Herkes ve asiler iki dudak arasından çıkacak kararı heyecanla bekliyordu. Sultan Abdülhamid arkasındaki resmî zevata:

“Efendiyi alınız beraber seraskerlik dâiresine götürünüz, istintak etsinler…” (sorguya çekmek)

“Nereye götürecekmişiz, burada cezasını vereceğiz şeriat hâinini, din düşmanını vurun, öldürün…” diye yumruk tekme ile hücum edince mabeyinden gelen zevat mani oldular.

Ali Kabulî Bey’in kollarına girerek muhafaza altında götürürlerken büsbütün azan âsiler linç etmek üzere zavallının üzerine saldırdılar. İçlerinden uzun boylu kara bıyıklı bir bahriyeli öne atılarak süngü davranınca Ali Kabuli Bey yürümek istemedi:

“Evlâtlarım yapmayın sizi kandırmışlar, evlâd ve iyalim var, günahtır müslümanım” diye yalvarmağa başladı ise de, bu bahriyeli elindeki martin tüfengine takılı üç köşeli süngüyü karnına sapladı. Ali Kabuli Bey:

“Alçak caniler! Diye yürekler parçalayıcı bir sesle yere yıkıldı.

31 MART FACİANIN CANLI ŞAHİTLERİ VE MÜTALAALARI

31 Mart faciasının en hareketli mihrakını teşkil eden Taş kışlada bizzat hâdisenin içinde yaşamış ve sonra en büyük ıztırabını çekmiş olan Mustafa Turan beyin bu kanlı hâilesi hakkında kaleme aldığı yazıyı üslûbuna ve noktasına kadar sadık kalarak aynen aşağıya alıyoruz:

31 Mart faciasının sıklet merkezi Taş Kışla idi. Facianın başından sonuna kadar içinde bulunmuş, halen sağ olarak yaşamakta olan tek şahidiyim. 31 Mart hâdisesi hakkında elli seneden beri yapılan neşriyatın hiçbirisi doğru ve hakikî olarak yazılmamıştır. Hiçbir muharrir Taş Kışla içinde cereyan eden müthiş hadise ve facialara zerre kadar temas etmemiş, hâdisenin, facialar faciasının mihrakına kasten dokunmamıştır. Çünkü orada cereyan eden ve cihan tarihinde misli görülmemiş kitle halindeki katliamların te’vil ve tefsire tahammülü yoktur. Bu facianın hakiki karakteri Cemiyetçe gizli tutulduğundan bu mevzuda neşredilen yazıların cümlesi içinde yaşadığımız facianın yanından bile geçmemiştir. Ve hakikatten uzaktır. Bundan dolayı ölmeden facianın içyüzünü tarihe bildirmeyi vazife bildim.

O devrin icabı her cuma günü Yıldızda Selâmlık merasimi yapılır, Padişah, şahane bir merasimle Camiye gelerek Cuma namazını edâ ederdi. 31 Mart Vakasından on gün evvel bermutâd avcı taburlarını Yıldıza selâmlık resmine bizim muzıka götürmüştü. Avdette kışlaya geldiğimizde her koğuşta sarıklı, sakallı hocalar gördük. Sebebini sorduk. Bunların Hassa Ordusu Kumandanlığı’nın emri ile erlere dinî öğütler vereceklerini söylediler. Hocalar her gün muayyen zamanlarda kışlaya gelip askerlere dinî nasihatte bulundular. On gün sonra hocalar görünmez oldular. Muhterem okuyucularım bu olay isyanın başlangıcını ve fesadın atılan ilk tohumunu teşkil eder. İttihat ve Terakki Cemiyeti paralar sarf ederek askerin dinî duygularını kamçılamak maksadiyle tertiplenen plân gereğince bu noktadan işe başlatılmıştı.

Bir sabah erkenden toplanma borusu çalındı. Bütün kışla eratı avluda toplandılar. Üst Nizamiye kapısından maiyetleriyle beraber birkaç Paşa göründü. “Selâm dur” kumandası verildi. Paşalar ihtiram vaziyeti aldılar Padişahın marşını çaldık. Arkadan üç defa selâm… Askerler üç de-fa, “Padişahım çok yaşa” diye bağırdılar. Meğer bu Paşalar sahte üniforma giymiş İttihat ve Terakki Cemiyetinin ileri gelen şahsiyetleri idi. İçlerinde tanıdığım Bahaeddin Şâkir ve Mithat Şükrü beyler de vardı.Paşalardan biri askere hitaben:

“Şevketlû Padişahımız, efendimiz hazretlerinin ferman-ı hümâyunlarını okuyacağını, bunu can kulağıyla dinlemelerini söyledi.Bizler bu paşaların yakınında olduğumuzdan matbaada yaldızla basılmış, üzerinde tuğray-ı hümayun bulunan fermanı görüyor ve okunurken gayet vazıh duyuyorduk Bu fermanda hülâsa olarak şöyle deniliyordu:

“Balkan ufuklarında kara bulutlar dolaşıyor. Siz asker evlâtlarım bu yurdun bekçilerisiniz. Düşmanla çarpışırken daha iyi görebilmeniz için yeni bir başlık giyeceksiniz. Şeyhülislâm’dan fetvasını da aldım. Bunda dinî bir mahzur yoktur, ben irade ediyorum.” deniliyordu.

Paşa bir paketten yeni başlığı çıkardı. Bu başlık Enveriye biçiminde önü siperli bir başlıktı. Paşa başındaki fes yerine yeni başlığı giydi. Biz de bir marş çaldık. Askerler paşaların önünden geçtiler. Sonra da paşalar çekilip gittiler. Meğer Cemiyetin fedailerinden on kişi kadar da sahte çavuş, baş çavuş kıyafetinde askerî tahrik için kışlaya girmişler. Bunların arasından Cemiyetten tanıdığım Hatip Ömer Naci bey, Çerkez Nâzım, Çerkez Ahmet ve arkadaşları vardı. Bunlar tahsisatı mestureden para alıp Cemiyetin amaline hizmet eden fedailerdi.(Hattâ bil’ahara Cemiyet Nâzım’la Ahmede Bakırköyün’de Zeki beyi öldürtmüş. Birinci Cihan Harbinde de Van Divan-ı Harbine gönderilen Ermeni Mebuslardan Zehrab ile Varteks efendileri yolda öldürdükleri için Cemâl Paşa tarafından divan-ı Harp karariyle Şam’da asılmışlardı.)

Bunlardan Ömer Naci bey kışla avlusunda bir istihkâm arabasının üzerine çıkıp, zabit üniformasiyle bağırmaya başladı:

“Hey asker kardeşler! Gelin buraya diye askerleri etrafına topladı. Siz Müslüman değil misiniz?Bizi anamız, babamız dinî bir. uğruna askerlik yapmak için gönderdi. Bunlar şapka giydirip bizleri gavur yapacaklar ne duruyorsunuz, ecdadımız bu uğurda kanlarını, canlarını verdiler. Bunlar Hürriyet yaptık diye dinimizi değiştirecekler. Müslümanlık elden gidiyor. Mebûsân Meclisine gidip derdimizi anlatalım” diye askerî ayaklandırdılar.

Diğer taraftan Beyoğlu Topçu kışlasında da aynı plân takip edildiğinden onlar da ayaklandırılmıştı. Hâdiseyi önlemek isteyen zabitleri bir koğuşa kapatıp kapılarına süngülü nöbetçi diktiler. Avcı taburlarına hitaben:

“sizler gâvur olmak için mi Hürriyeti yaptınız?. Sizin vazifeniz hem Hürriyeti hem de dinimiz olan Müslümanlığı muhafaza etmekdir. Din elden giderse dinsiz Hürriyet olur mu?” diye kışladaki bütün askeri ayaklandırdılar.

31 Mart salı günü önde bizim Yedinci Alayın bandosu, arkamızda Üçüncü ve Dördüncü Avcı TaburlariyleTaş Kışlada bulunan Hassa Ordusuna mensup askerler vardı. Kabataş yolu ile Tophaneye geldiğimizde oradaki askerler de bize katıldı. Havaya atılan silâhlar halkı ayaklandırdı. Kalabalık bir çığ halini almıştı. Taksim Kışlasındaki topçu askerleri de köprü başında bizlere karıştı.Yeni camiye geldiğimizde Medreselerden toplanıp daha evvel hazırlanmış olan hoca kıyafetindeki mahşeri kalabalığa karıştırıldı. İlk “ŞERİAT İSTERİZ” avâzesi burada işitildi.

“Askerlere şapka giydireceklermiş, Din-i Muhammedi buna cevaz vermez. Hürriyeti kabul ettikse gâvurluğu kabul edemeyiz” gibi bağrışmalar arasında ve insan seli halinde Sultan Ahmede geldik.

Askerler Mebuslar Meclisini (Yanan eski Adliye binasını) çevrelediler. Havaya atılan silâh sesleri bir aralık kesildi. Avcı taburunda başçavuş Arnavut Hamdi bir kahraman oldu! Kimi şeriat isteriz, kimi şapka giymeyiz gibi gürültülerle hocaların bir ağızdan getirdikleri tekbirlerle iş başka bir mahiyet aldı.Vaziyet o hale geldi ki, kimin kimden ne istediği anlaşılmaz oldu. Bu sırada Meclis kapısından çıkıp gitmek isteyen Lâzkiye Mebusu Sekip Arslan beyi gören kalabalık arasından bazı sesler işitilmeye başladı:

“İşte bize şapka giydirmek isteyenlerden birisi…”

Silâhlar patladı, zavallıyı öldürdüler. Bu zatı meğer Tanin Başyazarı Hüseyin Cahit’e benzeterek, o zannederek öldürmüşler.

Tam bu sırada hâdiseyi önlemek maksadiyle beyanatta bulunmak! isteyen Adliye Nazırı Nâzım Paşayı bir kurşunda yere serdiler. Silâh sesleri tekrar başladı. Dönüşte Tanin matbaası ile diğer bir matbaa yağma edildi. Taş Kışlaya dönüşümüzde hapishanenin kapıları açılıp siyasî asker mahpusları serbest bırakıldı. Kışlada yüksek rütbeli zabit kalmadığından askerî disiplin namına da bir şey kalmamıştı…

10 Nisan 1325 Cuma günü askerleri yıldıza selamlığa götürdük. Bu selamlık Sultan Abdülhamid’in otuz üç yıl süren saltanatının son selamlığı olmuştu. Her cuma selamlığında Yıldız çevresindeki Arnavut Arap Zuhaf alayları yeşil sarıklarıyle, Arnavutlar kırmızı şeritli cepkenli poturlarıyle gösterişli çalımlariyle, bölük kollarıyla, mûtad olan resmi geçit yapılırdı. O gün geçit resmi yapılmadı. Hünkar yaverleri selamlıkta mevcut bulunun bütün zabitlerin huzura çağrıldıklarını tebliğ ettiler. Yaverlerin delaletiyle huzura kabul edildik. Aramızda yüksek rütbeli zabit yoktu, selâmlığa gelmemişlerdi. Huzurda askerce sıralandık. Padişahın yanında Hassa ordusu kumandanı Mahmut Muhtar Paşa ile Serasker Rıza Paşa vardı. Padişah hulasa olarak şunları söyledi:

“Asker evlatlarıma selâm ve irâdemi tebliğ ediniz. Hareket ordusu adiyle üçüncü ordudan gelip Ayastafanosta (Yeşilköy) karargâh kurmuş olan askerler de sizler gibi Türk askerleridir. Dedikodulara inanmasınlar. 31 Mart günü Sultanahmet’te olduğu gibi silâh filan istimaline kalkışmasınlar.(yanındaki paşalarını ima edere) Bu hususta lâzım gelen emirlerin verilmiştir. İğfalât ve teşvikata kapılmasınlar. Kışlalarında sâkin olsunlar . Askerlere şapka giydirilmek içün okunan ferman sahtedir. Düşmanlarımız tarafından tertip olunan maksatlı bir sûikasttır. Benim böyle bir fermanım zin-kâr olamaz. Onları aldatmışlar. 31 Mart günü yapılan hadiseden çok müteessirim. Fena maksatlara müstenid gizli kuvvetler tarafından tahrik ve teşvik edilmişlerdir. Müteyakkız olup bu gibi kötü teşvikata kapılmasınlar. Bu bir siyâsî suikasttır. Kışlalarında sakin olsunlar…” diye askerlere tebligatta bulunulmasını irade etmişti.

Eğer Sultan Abdülhamid İstanbul’da mevcut bulunan kendisine sadik hassa ordusuna karşı koyma veyahut vur emri vermiş olsa idi, 31 Mart faciası Osmanlı ordusu için daha kötü neticeler verebilirdi. Fakat Sultan Abdülhamid bunu yapmadı. Mukadderata boyun eğdi.

O günkü Osmanlı ordusunun durumunu bilmek faydalıdır. Meşrutiyet ilânından sonra ittihat ve terakki Cemiyetine mensup inkılapçı zabitlerin çoğu kendilerine mühim mevkiler temin etmişlerdi. Bunlardan erkân-ı harp kaymakamı Cemal Bey üçüncü ordu erkan-ı harbiyesinden ayrılmış, Enver, Hafız Hakkı, Fethi Beyler ataşe milliter olmuşlardı. Bunları gören Cemiyetin komiteci zabitleri Meşrutiyeti biz kazandık diye büyük mevkilere geçmek hırsına kapılmışlardı. Muvaffak olamayanlar muhalefete geçmişlerdi. Siyasetin orduya karışması tehlikeli rekabetler, şahsi ihtiraslar orduda yaygın bir şekil almıştı. Bu yüzden itilâfçı zabitler, halaskarlar, Arnavut başkımcılar gibi muhtelif zabit grupları türemişti, velhasıl ordunun içine giren fesatçılar yüzünden birlik bozulmuştu.

General Cevat Rifat Atilhan’ın eserinde ünlü tarihçimiz İsmail Hamdi Danişmend’in 31 Mart Vak’ası ile ilgili şu notu yer almaktadır.

“31 Mart Vak’ası” demek, dünyanın üç kıt’asıyla Şarki Akdeniz adalarına yayılan son Türk İmparatorluğu’nun inkırazına yol açmış muazzam bir facia demektir.

Bu müdhiş fâcia umumiyetle Sultan Hamid’in hal’iyle neticelenmiş alelâde bir vak’a gibi gösterilirse de doğru değildir. O muazzam “Devlet-i Aliyye-i Osmâniye” yi dokuz buçuk senede yele verip dünyaya haritasından silinmesine sebep olan keyfi ve örfi idare işte bu uğursuz irtica vak’asıyla başlamıştır.

Bu bakımdan 1071 deki Malazgirt muharebesi netice itibariyle ne muhteşem bir Türk İmparatorluğu’nun kurulmasına yol açmışsa, ondan 838 sene sonra 1909 tarihine tesadüf eden “31 Mart Vak’ası” da o muazzam imparatorluğun inkırazına yol açmış tarihi bir facia demektir.”

Şimdiki Türk Devleti’nin de 31 Mart Vak’ası gibi yabancı istihbarat elemanları ve onların içerdeki destekçilerinin ihanetleri ile yok olup gitmemesi için, herkes bu tarihi hadiseyi tüm ayrıntıları ile iyi özümsemeli. Sıradan bir hadise olarak görüp veya “irtica” çığırtkanlıkları ile gerçeklerin üzeri kapatılmamalı.

Ders alalım ki tarih tekerrür etmesin.

Visited 50 times, 1 visit(s) today

1 comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir