1915 SOYKIRIM MI TEHCİR Mİ?

İçindekiler

Osmanlı Devleti zorunlu göç kararını niçin aldı. Zorunlu Göç sırasında Osmanlı kaynaklarında 300 bin kişinin telef olduğu, Ermeni kaynaklarında ise 1,5 milyon insanın yok edildiği iddia edilmektedir. 300 bin rakamını esas alsak bile ortada çok ciddi bir felaketin olduğu şüphesizdir.

1915 yılının şartlarında, yani Trabzon’dan Erzurum’a gitmenin ayları aldığı şartlarda bunca insan Kuzey Doğu Anadolu’dan Suriye Halep gibi yerlere kağnılarla, yürüyerek gitmeye neden zorlandılar. Yaşlı, Kadın, çocuk, bebek, hasta on binlerce insan yollarda hastalıktan, açlıktan, yorgunluktan, eşkıya saldırılarından telef oldular. Konuksever, merhametli, inançlı Müslüman Türkler bu işi niçin ve nasıl yaptılar. Bu soruyu önce bir insan olarak kendimize soralım ve resmin bütününü görmeye çalışalım.

Kan, gözyaşı ve acıların bugüne kadar hiçbir sorunu çözmediği, bilakis yaraları derinleştirdiği defaatle görüldü. Tehcir de yaşamlarını kaybeden Ermenileri saygı, üzüntü ve rahmetle anıyoruz. Ancak şu önemli noktayı da unutmamak lazım. Tehcir Olayının da cereyan ettiği Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Devleti kadar zarar gören, can kaybeden, toprak kaybeden hiçbir ülke yoktur.

Dünya Kamuoyunda her 24 Nisan’da gündeme gelen “Tehcir”, yıllardır Ermenilerin Osmanlı Devletine aleyhine giriştikleri isyan ve eylemlere karşı devletin aldığı tedbirler, hükümetin meşru savunma ve egemenlik hakkını kullanmadır.

“Ülke içinde bir yerden başka bir yere nakil anlamını taşıyan bir çeşit zorunlu göçtür”. Savaş zamanları gibi olağanüstü durumlarında, ülke içinde, bir yerden başka bir yere zorunlu insan naklini her ülkenin yapabileceği bir işlemdir. 24 Nisan 1915’de, henüz “Tehcir”in yani “Sevkiyat Kanunu” çıkmadan önce Ermenileri silahlandıran gizli Ermeni komitelerine, Türk polisi tarafından bir iç güvenlik operasyonu yapılmış, merkezleri dağıtılmış, evraklarına el konulmuş ve 2345 terör örgütlerinin elebaşları tutuklanmış, ancak bir tek Ermeni ölmemiştir. Ermeni çevrelerin “Sözde Ermeni Soykırımı”nın yıl dönümü olarak kutladıkları 24 Nisan, işte komitecilerin tutuklandığı tarihtir. Bu tarih, 105 yıldır tekrarlanarak beyinlere kazınmakta ve Ermeni Diasporası tarafından, “Sözde Ermeni Soykırımı” olarak pazarlanmaktadır. Her yıl 24 Nisan’da, ya ABD Kongresi’nde başkan tarafından yapılan konuşmada, ya Avrupa Parlamenter Meclisinde ya da Avrupa Devletlerinin Parlamentosunda, Sözde Ermeni Soykırımı anısına bir kısım açıklamalar yapılmaktadır.

“Sözde Ermeni Sorunu”, yıllardır Emperyalist devletler tarafından, Türkiye’yi dünya siyaset arenasında köşeye sıkıştırmak ve kendi siyaset emellerini gerçekleştirmelerine zemin hazırlamak için gündemde tutulmuştur. Türkiye’yi kendi siyaset ekseninde tutmak isteyen Batılı güçler, 1878’e kadar Türkler ile Ermeniler arasında yüzlerce yıllık süren dostluğu, “Sözde Ermeni Sorunu” yaratarak her vesile ile kullanmak istemiştir. Bu tarihe kadar Ermeniler, mensubu oldukları Osmanlı Devleti’nin her alanda gelişmesi ve ilerlemesi için çalışmış, asırlardır huzur içinde yaşamış ve devlet idaresinin her kademesinde görev almışlardır. Türkler ile Ermeniler arasındaki ilişkilerde kırılma ve dönüm noktası, 1877-1878 Osmanlı-Rus (93Harbi) savaşında yaşanmıştır.  Savaş sonrasında “Sözde Ermeni Sorunu”, Rusya, İngiltere ve Fransa gibi Emperyalist ülkelerce Osmanlı Devleti’nin önüne getirilmiştir. Ermenileri, Osmanlı’ya karşı kullanacak önemli bir unsur olarak görmüşler ve Doğu Anadolu’da hayali bir Ermenistan vaat etmişlerdir.  13 Temmuz 1878 Berlin Barış Antlaşması ile ”Sözde Ermeni Sorunu” uluslar arası boyut kazanmasının ilk başlangıcı olmuştur. Bu anlaşma ile Rusya, İngiltere ve Fransa tarafından Ermeni Sorunu sahiplenmiş ve kullanılmıştır. Osmanlı Devleti aleyhine bilenmiş olarak 1887’de “Hınçak” ve 1890’da “Taşnak” ihtilalcı Ermeni örgütleri kurulmuştur Ortak hedefleri, büyük devletlerin desteğini alarak Ermenilerin yaşadığı bölgeleri içeren Doğu Anadolu’da bir “Büyük Ermenistan” hayalini hayata geçirmek için Osmanlı’ya karşı isyanlara ve terör eylemlerine başlamışlardır. “Ermeni Sorunu”nun temelinde, tarih boyunca emeli olan Doğu Anadolu’da, “Altı Ermeni Vilayeti” (Erzurum, Van, Bitlis, Elazığ, Diyarbakır, Sivas) ”Batı Ermenistan” olarak kabul ettikleri ve yayınlarında gösterdikleri “Büyük Ermenistan Devleti” kurma hedefi oluşturmuştur. Bu hedefe ulaşmak için Osmanlı Devleti’nin karşısına “Ermeni Gailesi (Soykırım)” çıkarılmıştır. Ermenistan, Sovyetler Birliği’nden ayrılırken yayımladığı “Bağımsızlık Bildirgesi”nde, Doğu Anadolu’yu ”Batı Ermenistan” olarak tanımlamış ve toprakları üzerindeki emellerini tekrarlamışlardır.

“Sözde Ermeni Sorununu”, 1890-1910 dönemi içerisinde Türkiye’den ABD’ye göç eden 50.000’e yakın Ermeni ve burada yaşayan Ermeniler ve Türkiye ile iş yapan tüccarların etkisiyle 1915 tehcir olayından önce başlatmışlardır. Emperyalist Devletler, Türkleri uluslar arası alanda zor durumda bırakmak için “Sözde Ermeni Soykırımı” ile suçlayacak propaganda faaliyetlerine yönelmişlerdir. 1914’de; İngiltere ve Fransa, Amerika’yı I.Dünya Savaşı’na sokmayı ve Osmanlı İmparatorluğunu parçalamayı hedeflemiştir. Bu nihai hedefe gidilirken “Ermeni Katliamı” propagandası vahşice kullanılmıştır. Ermeni komitecilerinin ihtilalı gerçekleştirmek için en elverişli zaman, Osmanlı Devleti’nin I.Dünya Savaşı’nda İtilaf devletlerine karşı savaşa girmesi olmuştur Rus ordusuyla işbirliğine girişen aşırı eğilimli Ermeni çeteleri bunu büyük bir fırsat olarak değerlendirmişler ve aleyhine girişimlerde bulunmaya başlamışlardır. Taşnak Ermeni Komitesi, Ermeni ahalisini isyan ettirmiş, ayaklandırmışlar, ilk defa Osmanlı Devleti’ne başkaldırmışlardır. Rus ordularının Doğu Anadolu’ya girmesi ile birlikte savunmasız kalan Türk şehir, kasaba ve köylerine saldırarak çocuk ve kadınlar dâhil sivillere karşı acımasız şekilde katliama girişmişlerdir. Osmanlı kuvvetlerini arkadan vurmuşlar, halka zulüm etmişler ve harekâtını engellemişlerdir. İkmal yollarını kesmişler, yaralı konvoyunu pusuya düşürmüşler, köprü ve yolları imha etmişlerdir. Rusların, Doğu Anadolu’da Bitlis, Van gibi bazı il merkezlerini işgal etmesini kolaylaştırmıştır. Bu süreçte, şehirlere Ermenistan bayrağı çeken çetelerle karşılıklı çatışma yaşanmış ve her iki taraftan çok sayıda insan can vermiştir.

Bu girişimler sonucunda, savaş bölgesindeki düşman saflarına katılabilecek Anadolu Ermenilerinin düşmanla işbirliği yapmalarına ve ayaklanmalarına karşı Osmanlı Hükümeti geçici önleyici tedbirler olarak güneydeki Osmanlı topraklarına  “Geçici sevk ve iskân kanunu (Tehcir Kanunu) ”nu çıkarmak zorunda kalmıştır. 28 Mayıs 1915’de, 15 maddelik göç ettirilenlerin hangi şekilde ve şartlar altında sevk edileceklerine dair; “Savaş ve olağanüstü siyasi zaruret dolayısıyla başka bölgelere nakilleri gerçekleştirilen Ermenilerin yerleştirilmeleri, yiyecek ve diğer ihtiyaçlarının temini hakkında talimatname” ile usul ve kural bağlanarak iskân edilmeleri sağlanmış ve vilayetlere gönderilmiştir. “Savaş mıntıkasına yakın bölgelerde oturan Ermenililerin bir kısmı ordunun hareketini zorlaştırıcı davranışlarda bulunmakta, halka saldırmakta, asilere yataklık etmektedir.  Bu bölgelerde yaşayan Ermenilerin yerleri değiştirilecek,  Musul ve Zor Mutasarrıflıklarının kuzey kısımlarına, Halep vilayetinin doğu ve güneydoğusuna, Suriye vilayetinin doğusuna nakledileceklerdir”. 30 Mayıs 1915’de, Bakanlar Kurulu kararı ile savaş döneminde alınabilecek barışçı tedbirlerden biri olarak çıkarılan geçici kanunun metninde “Tehcir” kelimesi geçmemiş, “Tayin ve tahsis edilen diğer mahallere Sevk ve İskân” tabiri kullanılmıştır. Tehcir, Ermenilerin savaş sırasında Osmanlı Devletine karşı yaptıkları ihanetleri ve belirtilen gerekçeler ile çıkartılmış, Osmanlı Devleti hududu dışına çıkarılmamış, bir bölgeden, başka bir ülkenin güvenli bölgelerine nakledilmiştir. Maruz kaldığı büyük iç ve dış tehdit nedeniyle benzer tehlikelerle karşılaşan tüm ülkelerin almakta tereddüt etmediği bir savunma önlemine başvurmuştur.

Tehcir Kanunu

“Tehcir Kanunu”, 1 Haziran 1915’te yayımlanmış ve yürürlüğe girmiştir. Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan Ermenilerin tümünü kapsamamış, Ermeni terör örgütlerine destek veren ve düşmanla işbirliği yapabilecek, düşman saflarına katılabilecek olanları kapsamıştır. Doğu Anadolu ve İstanbul’da o tarihlerde sıcak savaş bölgesinden uzak olanlar uygulama dışında tutulmuş ve Osmanlı toprakları olan Suriye, Irak, Ürdün, Lübnan gibi bölgelere göç ettirilmiştir. Osmanlı Devleti, Ermenileri yok etmek için değil, sadece meşru müdafaa hakkını kullanmak amacıyla göçe zorlamıştır. Kanun, kalıcı değil geçici olmuş ve kendilerine 15 güne kadar hazırlık yapmaları için müsaade edilmiştir. Bir şehirde yaşayan tüm Ermeniler değil, sadece suça karışan, yaşlı ve hasta olmayan, yetim olmayan, Katolik ve Protestanlar dışındakilerle, asker ve sanatkâr olmayanlar göç ettirilmiştir. Göç esnasında devlet tarafından her türlü maddi destek sağlanmış, sağlık, beslenme ihtiyaçları genel bütçeden karşılanmış, gönderildikleri yerlerde her türlü yeme, içme, barınma ihtiyaçlarını karşılanmış, kendilerine toprak tahsisi yapılmış, sanatkârlarla, ziraat ehline ihtiyaçları olan alet ve edevat temin edilmiştir. Taşınabilir mallar kendilerine ulaştırılmış, kendilerine ait olan taşınmaz malları tasfiye edilip ödenmiştir. Hasta göçmenler için gittikleri yerlerde hastaneler kurulmuş ve tedavileri yaptırılmıştır. Kimsesiz çocuklar ve yetimler, yol şartlarından etkilenmesinler diye yetimhanelere ve bazı zengin ailelerin yanına yerleştirilmiştir. Bu yetimhaneler, 1917’den sonra Hıristiyan misyonerlere devredilmiştir. Aşiretlerin, eşkıyaları ve sivil halkın, muhacir Ermenilere karşı muhtemel saldırıları olabileceği düşünülerek, gerekli kolluk kuvvetleri görevlendirilmiş, görevini ihmal ya da suiistimal edenlerse divan-ı harplerde yargılanıp, türlü cezalara çarptırılmışlardır. Zorunlu göçten kurtulmak için din değiştirenler de göçe tabi tutulmuşlar, geri dönüş kararnamesinden sonra bunların kendi dinlerine dönmelerine müsaade edilmiştir. Savaş, yokluk, kıtlık, çekirge istilası gibi sebeplerle açlık tüm memlekette baş göstermiş, bunun telafisi için, Ermenilere yardım etmek isteyen milletlerarası yardım kuruluşlarına yardım için gerekli izinler verilmiştir. 1918’de tüm geri dönüş için her türlü iaşeleri, yol harcamaları devlet tarafından karşılanması şartıyla, eski yerlerine dönmelerine müsaade edilmiştir. Tehcir durumunu, Avusturya-Macaristan diplomatik belgelerinde;”Sert tedbirlerinin alınmasının suçu Ermenilerindir. Ermeniler savaş başladıktan sonra Türk memurlarına ve Türk ordusuna karşı, akla gelebilecek her türlü düşmanca faaliyetlerde bulundular. Rusların gelmesinden sonra Van vilayetinde Müslümanları acımasızca katlettiler”. Şeklinde açıklanmıştır.

1915’de, Türklerin 2 milyon kadar Ermen Soykırımı yaptıkları iddiaları büyük yalandır. Ermeni diasporasının, soykırım için iddia ettiği tarih Mayıs-Aralık 1915 dönemi olup, tehcir için hazırlanan raporlar ve diğer kayıtlar bu iddiaları çürütmüştür. 1914’de, Osmanlı Devleti’nin resmi kayıtlarda toplam nüfusu 18.520.016’dir. Ermeni nüfusu ise 6 vilayette 636.306 kişi olmak üzere toplam 1.294.851 olup, genel nüfusa oranı yaklaşık yüzde 5-6 civarındadır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun İstanbul Büyükelçisi Pallavicini, 28 Haziran 1913’de hükümetine gönderdiği raporda; “Ermenilerin sayısının Küçük Asya’da hiçbir zaman 1.600.000’den fazla olmadığını ve vilayetlerdeki olaylar üzerine Rusların yaptığı şikâyetlerin çok abartılı” olduğunu belirtmiştir. Osmanlı Devleti arşiv raporlarına göre, Ermeni nüfusundan tehcire tabi tutulanların sayısı 438.758 olup, bunların 382.148 kadarı tehcir bölgesine ulaşabilmiştir. Ermeni Delegasyonu Başkanı Boghos Nubar Paşa’nın 25 Ağustos 1915’de yazdığı raporda tehcire tutulan Ermeni sayısı 500 bin, 11 Aralık 1918’deki raporda ise Kafkasya ve İran dâhil olmak üzere 600-700 bin kadardır.  ATASE kayıtlarına göre ise tehcir edilen Ermeni sayısı 413.067’dir. Amerikan Halep Konsolosu Jackson, 8 Şubat 1916’da yazdığı raporda; 500 bin Ermeni’nin Suriye bölgesine geldiği ve bunların 480 bin kadarına devlet tarafından yardımda bulunulduğunu, tehcire tabi tutulanların yaklaşık 56 bin kişisi sevkiyatın durdurulduğu ve yollarda bulundukları vilayetlere yerleştirildiğin yazmıştır. 11 Eylül 1915’de Amerika’nın Mersin Konsolosu Edward Nathan yazdığı raporda; Osmanlı Devleti bu tehcir faaliyetini gayet intizamlı bir şekilde yaptığını, şiddete yer vermediğini ve yardıma muhtaç olanlara yardımda bulunduğunu belirtmiştir. 6 Ekim 1915’de İngiliz Lordlar kamerasında yapılan müzakerede, tehcire tabi tutulan çok sayıda Ermeni mültecinin Eçmiyazin ve Erivan’ın farklı yerlerine ulaştıklarını, 160 bin kadarının Iğdır ve Eçmiyazin taraflarına geçtiklerini, hastalık ve açlıktan dolayı günde ortalama 100 kişinin öldüğü belirtilmiştir. Osmanlı topraklarından Kafkasya’ya göç eden Ermenilerden 139 bin kadarı bulaşıcı hastalık ve açlıktan ölmüştür. Suriye ve civarına yerleştirilen Ermenilerin bir kısmı Amerika ve Avrupa’ya göç etmişlerdir. Suriye’ye tehcirde Ermeni kayıpları konusunda Osmanlı arşivlerinde, 30-40 bin kişinin salgın hastalık ve açlıktan öldüğü, yol boyunca eşkıya çeteleri, çapulcular ve yağmacıların 6.500-7000 Ermeliyi öldürdüğü belirtilmiştir. Anadolu, Suriye ve Kafkasya’daki Ermeni kayıplarının yaklaşık 250-300 bin civarında olduğu kabul edilmiştir.

11 Aralık 1918’de, Boghos Nubar Paşa, Fransa Dışişleri Bakanlığı Görevlilerden Elçi M. Gout’a yazdığı yazıda; ”Arzunuz üzerine, Türkiye’de tehcir edilmiş, halen tam yoksulluk içinde ve acilen yardıma muhtaç durumda olanların sayısı 600.000-700.000 olarak tahmin ediliyor.” Osmanlı Devleti’nde yaşayan 1,3 milyon civarındaki Ermenin yaklaşık yarısı tehcir edilmiş veya yer değiştirmiş ve 390.000’i, tehcirden 3 yıl sonra hayatta kalmıştır. ATATÜRK, Ermeni halkının tehcirini; “Bize karşı yapılmış olan iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır”. Belgeler bu sözünü doğrulamıştır. 20 Mart 1919’de hazırlanan rapora göre 232.679 Ermeni ve Rum, evlerine geri dönmüşler ve mülkleri kendilerine iade edilmiştir. Ermeni Patrikhanesinin tespitlerine göre geri dönenlerle, tehcire tabi tutulmayanların Sevr öncesi sayısı 644.900 kadar olmuştur. Bu süreçte sadece Ermeniler kayıplar yaşamamıştır. Savaşta, Kafkasya’dan Anadolu’ya göç ettirilen 1,5 milyon Müslüman’ın ancak 700 bin kadarı Anadolu’ya ulaşabilmiştir. 1915-1920 dönemi arasında, Ermenilerce katledilen Müslümanların sayısı 530 bindir. 1912-1922’de 1.200.000 Türk, yerinden yurdundan edilmiş, göç etmek zorunda kalmıştır. 1914-1918 savaşı sürecinde, 600.000 Türk can vermiştir. Türk Hükümeti suçlanırken bu gerçekler nedense göz ardı edilmiştir. Başbakanlık Arşivleri Genel Müdürlüğü, 1910-1922 yılları arasında Anadolu’da 523 bin 955 Türk ve Müslüman’ın Ermeni çeteleri tarafından katledildiğini belgelerle ortaya koymuştur. Bunlar hastalıktan, yokluktan, soğuktan ölenler değil, bizzat ve fiilen Ermeniler tarafından katledilen Müslümanlardır. Ermenilerin katliamlardan canlarını kurtarabilenler bu bölgelerden göç etmişlerdir.

1916’da İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin yazdığı “Mavi Kitap”, Ermeni iddialarına kanıt olarak gösterilmiştir. “Mavi Kitap”, yönlendirme kitabı olarak İngiliz Savaş Propaganda Bürosu tarafından “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere yapılan, Muamele, 1915-1916” başlığı ile bir savaş propagandası olarak hazırlanmış ve yayınlanmıştır. Türk Milletinin yapmadığı bir olaydan dolayı dünya kamuoyu karşısında suçlu duruma düşürülmesi amaçlanmıştır. Toynbee, 1966’da yazdığı anılarında; “Kitapların propaganda için hazırlatıldığını bilseydik yapmazdık” diyerek itiraf etmiş ve “Türkler, yerli Ermenilerin Ruslar için beşinci kol olarak çalışabileceğini keşfetmişti.  Türkler bu nedenle de Ermenileri savaş bölgesinden çıkarma kararı aldılar. Bu da bir güvenlik önlemi olarak değerlendirilebilinir. Benzer koşullarda başka hükümetlerde benzer karar aldılar. Pearl Harbour’da Japonlar ABD’ye saldırınca ABD, Japon asıllıları göç ettirdi.” ABD, kendi emniyeti için, pasifik kenarında yaşayan Japon asıllı vatandaşları, bulundukları yerlerden Wyoming, Colorado, Arkansas ve Kaliforniya çöllerine göç ettirmiş ve hiçbir suçu olmayan binlerce Japon’un hayatını kaybetmesine sebep olmuştur.  Amerikalı tarihçi Justin Mc Carty; “Propaganda malzemesi olarak yazılan bu kitaptaki belgeler tamamen sahte ve düzmece. İngiliz propaganda dairesince hazırlanmış bir savaş propagandası kitabıdır. Mavi Kitap’ta olayları anlatanların dörtte birinin kimliği bilinmiyor. Kitapta belge diye sunulanlar Taşnak gazetelerinden yapılan alıntılardır. Bunlar büyük yalanlar değil, aptalca yalanlardır.” Tarihe ve gerçeğe ihanet olarak açıklamıştır. Bu kitapta; Ermeni çetelerinin Osmanlı ordusuna karşı isyanlarından, resmi görevlilerin öldürülmelerinden, ikmal ve iletişim hatlarının kesilmesinden ve Doğu Anadolu’da on binlerce Müslüman’ın katledilmesine değinilmemiştir. Türklerin Van’da topluca katledilmelerinden, 1 milyondan fazla Müslüman’ın Rus ve Ermeni tarafından topraklarından zorla sürülmelerinden hiç bahsedilmemiştir.

Emperyalizm, “Sözde Ermeni Sorunu” ile birlikte “Soykırım” iddialarını ciddi olarak 19.yüzyılda ortaya çıkartmış ve “1915 Ermeni Tehcir Kanunu”nu, 1919’dan itibaren Türkiye’ye karşı bir silah olarak kullanmıştır. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Antlaşması üzerine Büyük Ermenistan yeniden körüklenmiştir. İngiltere, İstanbul’u işgal eder etmez, işbirlikçi saray hükümetine “Tehciri” kırım, Ermeni tehcire karışanları da “Kırım Suçlusu” olarak kabul ettirmiştir. Padişah Vahdettin, İngilizlere yaranmak, dostane ilişkileri geliştirmek ve güvenin kazanmak için harekete geçmiş, öncelikle siyaseten düşmanı olduğu ittihatçılara savaş açmış ve İngiltere’nin ortaya attığı “Ermeni Kırımı” tezini kabul etmiştir. Osmanlı’yı savaşa sürükleyen ve Ermeni tehcirine karışan İttihatçıların tutuklanmasını istemiş ve mutlaka cezalandırılacaklarını belirtmiştir. 10 Ocak 1919’da, İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Arthur Calthorpe, İngiltere Dışişleri Bakanlığına gönderdiği telgrafta; Padişah Vahdettin’in, Sadrazam Damat Ferit’i Tom Hohler’e göndererek “Ermenilere kötü davranan savaş esirlerini cezalandırmak arzusunda olduğunu” ve yeterince enerjik davranmayan kabine üyelerinin yerine daha aktif üyelerden oluşan bir kabineyi kurmayı düşündüğünü” Yine, Calthorpe; “Padişah, İngiltere hükümetinin, İngiliz savaş tutsaklarına barbarca davrananlar ile kırımdan sorumlu olanların cezalandırılmasını istediğini biliyor. İngiltere’nin arzulayacağı her kişiyi yakalatıp cezalandırmaya hazırdır olduğunu” belirtmiştir. 24 Kasım 1918’de Tevfik Paşa Hükümeti tehcir suçlarını araştırmak için “Tahkikat-ı Fecayii Komisyonu” kurmuş, Anadolu’da 7 bölgeye tehcir soruşturma heyetleri gönderilmesine karar vermiştir. 16 Aralık 1918’de suçluları yargılamak için “Harp Divanı” kurulmuş ve Dışişleri Bakanı Mustafa Reşit Paşa, Calthorpe’a;“Ermeni kırımı konusunda bir sıkıyönetim mahkemesi kurulduğunu, suçluları yargılamaya başladığını, biraz zaman bahşedilirse adaletin yerini bulacağını” söylemiştir.

15 Mart-7 Nisan 1919’de İngilizlerin, Damat Ferit Saray Hükümetine verdiği 61 kişilik “Kara Liste” ile tutuklamalara başlanmıştır. Tehcir kanunun gereğini uygulayan Türk yöneticileri mahkemeye verilmiş, önce delil bulunulamadığı için suçsuz bulunmuş, ancak İngilizlerin baskısıyla uygulanan “Kurban arama siyaseti” sonucunda, Türk yöneticiler hakkında yeniden soruşturma açılmıştır. Ermenileri göç ettirmeye zorlama suçu bahane edilerek vatanseverlerin yargılamaları bir “Ermeni intikam hareketine” dönüşmüştür. İngilizler, I.Dünya Savaşı’nda kendileri ile kıyasıya savaşan Türkleri soykırım ile lekeleme isteği ile masum ve suçsuz çok sayıda vatanseveri, “Sözde Ermeni Soykırımı” gerekçe gösterilerek yargılanmıştır. Ocak 1919’den itibaren İstanbul’da çok sayıda yurtsever ve Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey; “İngiliz esirlere kötü davranmak” ve “Tehcir Suçlusu” olarak tutuklanıp Bekirağa Bölüğü’ne hapsedilmiştir. Hükümetin emrini yerine getirmekten başka suçu olmayan Boğazlıyan Kaymakamı ”Milli Şehit Mehmet Kemal Bey”, böyle bir tertibin kurbanı olarak vatan haini Nemrut Mustafa Paşa’nın başkanlığındaki ve çoğunluğunu Ermeni üyelerin meydana getirdiği “Divan-ı Harp” tarafından “Ermeni tehcirinde vazifesini kötüye kullanarak ölümlere sebep olduğu gerekçesiyle” haksız olarak katliam ve talan suçundan yargılandığı mahkemede; “Düne kadar hâkimler heyeti halinde olan sizler, şu dakikada bir tarih mahkemesi sıfatını almış bulunuyorsunuz. Ermeniler tarafından öldürülen dindaşlarının ve soydaşlarının matemi Müslümanların yüreklerini sızlattığı ve her gün gelen kara haberlerin halkı tahrik etmekten geri kalmadığı malumdur. Ermeniler, memleketin asker kuvvetinden mahrum kalmasına güvenerek facialar meydana getirmekten çekinmiyorlardı. Yozgat Vilayeti dâhilinde sevk edilen bazı Ermeni-Muhacir kafilelerine, Ermenilerin Müslümanlara reva gördükleri facialara şahit olmuş, bazı asker kaçaklarının tecavüzü ihtimal dâhilindedir. Ancak, savaşta yenilişimizin aleyhimizde meydana getirdiği hezeyanı durdurmak maksadıyla, iddia makamının da isteği üzerine kurbanlar verilmesi bir siyaset icabı sayılıyorsa bu kurban ben olamam. Siz kurban seçmekle değil, ancak hak ve adaletle hüküm vermek vicdani görevini taşıyan bir yüksek heyetsiniz. Mutlaka kurban aranıyorsa her hâlde bütün bu işlerin tertipçisi ve idarecisi olarak benim gibi küçük bir memur bulunacak değildir”. Savunmasını yapmış ve idam sehpasının önünde son sözünün ne olduğu sorulduğunda halka; “Sevgili vatandaşlarım, ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki, ben masumum. Son sözüm bugün de budur, yarında budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet! Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk Milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet elbette onlara bakacaktır. Vatan uğrunda cephede ölen bir insan gibi “Şehit” gidiyorum. Allah, vatan ve milletimize zeval vermesin. Âmin. Borcum var, servetim yok üç çocuğumu, millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın Millet”. Sözlerinden sonra ilk idam edilen olmuş ve vatanseverliğin bedelini ağır ödemiştir.

10 Nisan 1919 Perşembe günü saat: 17.20’de, hiç bir inandırıcılığı olmayan bu düzmece mahkemenin usulsüz kararıyla İstanbul Beyazıt Meydanı’nda idam gerçekleştirilmiş ve 39 yaşında gencecik büyük vatansever darağacında sallandırılmıştır. Kemal Bey’in üzerinden çıkan vasiyeti; “Merhum sevgili oğlum Adnan’ın mezarı bulunduğu Kadıköy Kuşdili çayındaki kabristanda yavrumun yanında gömülmemi diliyorum. Teyzem İsmet Hanım’a, defin masrafı tevdi buyrulmalıdır. Perişan zevcem Hatice’ye, yavrularım Müzehher ve Müşerrefe muavenet edilmesini, yavrularımın tahsil ve terbiyesine ihtimam buyrulmasını vatandaşlarımdan beklerim. Babam Arif Bey de aciz ve kardeşim Münir’de kimsesizdir. Bunlara da sahip olunursa memnun olurum. Türk milleti ebediyen yaşayacak, Müslümanlık asla zeval bulmayacaktır.  Fertler ölür, millet yaşar, inşallah Türk milleti ebediyete kadar yaşayacaktır. Kabir taşım hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşlerim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır. Millet ve Memleket uğrunda şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal’in ruhuna Fatiha”. Tarihe bir belge olarak kalmıştır. İdam gerçekleşirken İstanbul Üniversitesi Rektörlük Köşkünün penceresinden zamanın Adalet Bakanlığı Müsteşarı İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin Başkanı Sait Molla; Cellâtlara kin ve nefretle; “Söyletmeyin bu alçak herifi. Hemen asın bu haini,  sallandırın” diye bağırmış ve tarihte nefretle anılacak kişileri arasında yer almıştır. Cenazesi, 11 Nisan 1919’da büyük bir halk topluluğunun katıldığı görkemli törenle ile kaldırılmış ve Kadıköy Mahmut Baba türbesinde oğlunun mezarı yanına, Kuşdili mezarlığına gömülmüştür.  Çok sayıda subay ve erin de katıldığı cenazeyi Tıbbiye talebeleri; “Türklerin büyük şehidi Kemal Bey” yazılı bir çelenkle karşılamıştır. Mezarının başında bir tıbbiyeli genç; “Kemal sen ölmedin sen şu anda toprağa verdiğimiz bir çiçeksin, orada büyüyecek dalların o kadar dikenli olacak ki seni bu akıbete layık görenlerin hepsini paramparça edecektir. İntikamın kesinlikle alınacaktır” yeminini etmiştir. 1973 yılında Mülkiyeliler Birliği tarafından kabri, anıt-mezar olarak yapılmış, “Milli Şehit Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey” yazısı yazılmıştır. Türk Milleti’nin hafızasında Ermeni Komiteciliğinin ve işbirlikçi vatan hainlerinin zulmüne bir isyan sembolü olarak kazınmıştır. Emperyalizmin asılsız soykırım iddialarına karşı Türkün fedakârlığının ve kararlılığının sembol şahsiyeti olmuştur. Yüce Türk Ulusu bu haksız idamlardan sonra birlik ve beraberliğini daha çok pekiştirmiştir. Anadolu’da milli bir hareketin doğmasına sebebiyet vermiş, milli uyanışın başlamasına, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki Kurtuluş Savaşına daha çok güvenmeye ve destek vermeye başlamıştır.

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk‘ün girişimiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi, 14 Ekim 1922’de çıkardığı özel bir kanunla Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’i “Milli Şehit” olarak kabul etmiştir. Beşiktaş’ta 4 daireli bir apartman, Beyoğlu’nda bir ev ve tüm çocuklara maaş bağlanmıştır. Tüm şehit aileleri için 27 Haziran 1926’de;“Memleketin kurtuluşunu, geleceğini, saadetini ilerleme ve gelişmesini hayat tarzı kabul eden ve suikasta maruz kalarak şehit edilen yöneticilerin geride bıraktığı eş ve çocukları milletin ve devletin emanetindedir. Büyük idealler peşinde hayatlarını feda eden büyük insanların aile ve evlatlarının acılarını teselli etmek, onları mükâfatlandırmak, benzerlerini gayrete getirmek ve milletin şükran hislerini göstermek, kuvvetlendirmek, onların fakir fukara durumuna düşmemesi için gereğini yapmak”. Amacıyla kanun çıkarılmış, Talat Paşa, Cemal Paşa ve Sait Halim Paşa’nın yaverleri ve ailelerinde kapsayan 21 kişiye maaş bağlanmıştır. “Harp Divanı”, 11 Mayıs 1920‘de Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları için idam kararı vermiş ve 24 Mayıs 1920’de Padişah Vahdettin kararı onaylamıştır. Ermeni Tehciri suçundan idama mahkûm edilen Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey’de, 5 Ağustos 1920’de idam edilmiştir. Salim Paşa Halim Paşa ve Ziya Gökalp de eski ittihatçıların tamamı Sözde Ermeni Soykırımı suçuyla yargılanıp mahkûm edilmek istenmiştir. 17 Mayıs 1919’da mahkemede Ziya GÖKALP, “Milletimize iftira etmeyiniz. Türkiye’de bir Ermeni kırımı değil, bir Türk-Ermeni vuruşması vardır. Bize arkadan vurdular, biz de vurduk. İngiliz politikasını ters yüz etmek isteyen Atatürk, Türklere zulüm yapmış Ermenilerin de yargılanmasını istemiştir.” Yargılamalardan bir sonuç alamayan İngilizler, 1915’te Ermeni Patrikhanesinin raporlarına dayanarak katliam ve değişik suçları işlemekten sorumlu tuttukları Bekirağa Bölüğü’ndeki 140 vatansever yöneticiyi, Malta’ya sürgüne göndermiştir.

“Malta Sürgünleri” Türk Kurtuluş Savaşı tarihinin ilginç sayfalarından birini oluşturmuştur. Malta Sürgünlerini, Ermeni Soykırımı suçuyla yargılamak istemişlerdir. 8 Şubat 1921’de, İngiliz Başsavcılığı, Malta’da bulunan 140 Türk sürgünden sadece 8’i hakkında İngiliz esirlere kötü davranmaktan yargılamak amacıyla iddianame hazırlamışlardır. Ermeni iddiaları, Malta Sürgünleri olayında önemli yer tutmuş, “Ermenilere karşı büyük bir katliam yapmak suçu” işledikleri belirtilmiştir. “Katliam” yerine “Soykırım” sözcüğünü kullanmışlar, Türk ulusunu Ermeni soyunu yok etmek suçlamasıyla yargılanmak istemişlerdir.  İngilizler; Osmanlı, İngiliz ve Amerikan arşivlerinde yapılan son derece titiz araştırmalarına ve İstanbul’u işgal ettiklerinde arşiv ve tüm belgelere sahip olmalarına rağmen “Malta Sürgünlerini”,  “Sözde Ermeni Soykırımı” ile yargılamak için sanıkları suçlayacak hiçbir belge, delil ve güvenilir görgü tanığı bulamamışlardır. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir H.Rumbold; “Şimdiye kadar bilgi toplanmasında başlıca kanal Ermeni Patrikhanesi oldu” elinde delil olmadığından Amerikan hükümeti arşivinden belge bulmak için Washington İngiliz Büyükelçiliği’nden istekte bulunmuştur. Ancak, Elçilikten; “Üzülerek arz edeyim ki bu belgelerin Amerikan belgelerinin içinde, yargılamak üzere Malta’da tutuklu bulunan Türkler aleyhinde delil olarak kullanılabilecek hiçbir şey yoktur.” Cevabını almıştır. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, 10 Ağustos 1920’de İstanbul Yüksek Komiserliğine gönderdiği yazıda;“Malta sürgünlerinin yargılanmayacağını duyurmuştur”. İngiltere Kraliyet Başsavcısı, 29 Temmuz 1921 tarihli kararıyla, ortada böyle bir suç işlendiğini kanıtlayabilecek hiçbir delil olmadığı ve kanıtların yetersizliği nedeniyle davanın görülemeyeceğini ve sanıkların yargılanmadan serbest bırakılmalarına karar vermiştir. Bu suçtan yargılanıp hüküm giymiş olsalardı, Ermeni iddiası doğrulanmış, Türk ulusunun suçluluğu “Tescil” edilmiş olacaktır. İngiliz politikacılar bunu çok istemişler, ancak bütün uğraş ve çabalarına rağmen tek bir kanıt bulamamışlar, mahkûm edememişlerdir. İngiliz Emperyalizmin ortaya attığı “Sözde Ermeni Soykırımı” iddiası, İngiliz işbirlikçisi Padişah Vahdettin’in iddiaları kabul etmesine rağmen hukuki açıdan Ağustos 1921’de, Türk milleti aklanmıştır.

”Sözde Ermeni Soykırım” iddiasının aslı esası olmadığı Malta Sürgünleri olayında açıkça ortaya çıkmış ve belgelenmiş, ancak iddianın arkası kesilmemiştir. Bu iddialara, Tarihçi Bernard Lewis; “Modern Türkiye’nin Doğuşu” kitabında, 1915’de gerçekleşen “Ermeni Tehciri”ni; “Ermenilerin bağımsızlık hareketlerinin diğer azınlıklarının bağımsızlık hareketleriyle karşılaştırıldığında, Osmanlı Devleti için en ciddi tehdit” olduğunu yazmıştır. 1933’de Le Monde gazetesinde; “1915’de, Ermenililerin Osmanlılar tarafından öldürülmesinin bir “Soykırım” olmadığını “Savaşın bir yan ürün” olduğunu, aynı vatan için iki halk arasında süren kavganın soykırım ile bittiğinin kuşkulu olduğunu” belirtmiştir. 1 Ocak 1994’de ise “Osmanlı hükümetinin Ermenileri yok etme niyeti olduğuna dair güvenilir hiçbir delil yok. Türkler, Ermeni soykırımı yapmamıştır. Ermenilere doğrudan yönelik bir kin duygusu oluşturma ya da Avrupa’daki Yahudi düşmanlığı ile mukayese edebilecek ipsizleştirme kampanyası olmamıştır. Ermen tehciri tüm ülkeyi içine almamıştır. Türkler, Ermenilere karşı durup dururken eylem yapmamıştır. Bununla birlikte Osmanlı Hükümeti’nin Ermeni milletini toptan yok etmeyi amaçlayan bir kararının ya da planın varlığına ilişkin ciddi hiçbir delil veya belge mevcut değildir”. Ortadoğu uzmanı Tarihçi Stanford Shaw, “Ermeni soykırımı yoktur”. Sözleri ile açıklamışlardır. Taşnak Partisi Kurucu lideri ve Ermenistan’ın ilk Başbakanı Wovannes Katchaznouni, Nisan 1923’de Parti Konferansına verdiği raporda; “Türkiye mutlaka mağlup olmalı, bölünmeli ve sonuçta yerli Ermeniler serbest kalmalıydı. Biz şartsız olarak Rusya’ya yönelmiştik. Hiçbir esas olmadan zafer heyecanı içindeydik; sadakatimize, çabamıza ve yardımımıza karşılık, Çar hükümetinin Türkiye’de kurtarılmış Ermeni vilayetlerini bize vereceğini ve Kafkasya Ermenistan’ına özerklik tanıyacağına emindik. Kendi arzularımızı başkalarına bağlamıştık; sorumsuz kişilerin içeriksiz sözlerine büyük önem vermiştik, hipnoz altındaymışız gibi gerçekleri anlamadık ve arzulara teslim olduk. Türklere karşı düşmanca tavrımız olmasaydı, sürgünün niteliği ve boyutunun aynı olacağını da kimse söyleyemez. Olayların sebebi biziz. Silahlanmamız büyük bir hataydı.  Sevr Antlaşması gözümüzü kör etmişti. İsyanımızın temelinde İtilaf Devletleri’nin bize vaat ettiği Büyük Ermenistan hayali vardı”. Olayların asıl sorumlusunun Ermeni tedhiş örgütleri olduğunu söylemiştir.

Sonuç olarak Emperyalist Devletlerin amacı, her yıl 24 Nisan’da yaptıkları Ermeni soykırımını lanetlemek değildir, Ermeni diasporası üzerinden, Türkiye’yi hizaya getirmektir. Ermeni diasporasının yıllardır yürüttüğü etkili propaganda ile “Sözde Ermeni Soykırım” iddiaları, bazı ülkelerde kabul görmüş ve hatta ders kitaplarına girmiştir. Ermeniler, tehcirin başlamasından günümüze kadar Osmanlı Devletinin kendilerine karşı yapmış olduğu muameleleri, kasıtlı bir soykırım olarak nitelemişlerdir. Türkiye’ye, bu konuda uluslararası bir dayatma yapılmış, Türk milletinin yapmadığı bir olaydan dolayı dünya kamuoyu karşısında suçlu duruma düşürülmesi amaçlanmıştır. Bazı batılı ve hatta Ermeni asıllı yazarlar bile devlete karşı ilk hareketin Ermeniler tarafından ortaya çıktığını, hükümetin de meşru savunma ve egemenlik hakkını kullanarak tehcir kararı alarak uyguladığını kabul etmişlerdir. Ancak, bazı Ermeni asıllı ve Ermeni yanlısı yazarlar ısrarla Osmanlı Devletini, sorumlu tutmuşlardır. Yayımlamış oldukları sahte belgelere dayanan iddialarla bütün ittihatçıları, özellikle de Talat Paşa’yı suçlamışlar ve ittihatçı liderleri yargılamışlardır. Osmanlı Devleti’nin kararları ve uygulamaları, soykırım düşüncesinde olan bir devletin alacağı kararlar olmadığı gerçektir.

Her devlet savaş ve barış zamanlarında sınır bütünlüğünü ve kendi sınırları içerisinde kendi otoritesini yanında vatandaşlarının güvenliğini korumak zorundadır. Ordunun hareket alanını teminat altına almayı ve Müslümanlarla Ermeniler arasındaki çatışma ve karşılıklı boğazlaşmayı önlemek olmuştur. Ermeniler, her ne şekilde ve gerekçeyle olurlarsa olsunlar, savaş sırasında düşman ordusuyla işbirliğine girerek mensubu oldukları devletin milletin ordusuna, sivil halkına silah çekerek, arkadan vurarak ihanet etmişlerdir. Vatana ihanetin; nerede, hangi millete mensup olunursa olunsun, hangi hukuk kuralları içinde olursa olsun bedeli ağırdır ve ölümdür. Ermeniler, bu suçu Osmanlı Devletinin savaş halinde olduğu Rusya ile işbirliği yaparak işlemişler, karşılığında ölüm yerine daha insani duygular ile zorunlu göçe tabi tutulmuşlardır. O günün şartları içinde Osmanlı Devletinin Ermenilere karşı uygulamış olduğu tehcirin gerekçeleri doğrudur, haklıdır ve kaçınılmazdır. Rus ve Balkan ülkeleri ile yapılan savaşlar sonucunda, Balkanlardan ve Kafkaslardan Anadolu’ya önemli ölçüde göçler yaşanmış, göçler esnasında yolda acımasız saldırıya uğramışlardır. Ermenilere uygulanan zorunlu sevk ve iskan politikası, olayın gerçekleştiği dönem ve şartlar göz önünde alındığında, her yönüyle insani yönü ağır basan ve haklı uygulamadır. Ermenilerin çok sayıda Türk’ü öldürdüğü, o dönemdeki resmi belgelerde yer almasına rağmen, dünya kamuoyu bu asıl belgeleri görmezlikten gelerek siyasi amaçları için bilimsel eserlerde başvurulmayacak kaynakları temel almaktadır. 

Türkiye; tarihinden korkmamaktadır, tarihi ile yüzleşmeye hazırdır ve tarihinde utanılacak hiçbir dönemi yoktur. Emperyalist devletler ve Ermeniler iddialarında samimi, dürüstse ve gerçeklerin ortaya çıkmasını istiyorsa tarihleri ile yüzleşmelidir. Türkiye ve Ermenistan başta olmak üzere yabancı ülke arşiv belgeleri ve tüm hususlar, Türk ve Ermeni bilim adamları ve tarihçiler tarafından oluşturulacak “Ortak Tarih Komisyonu” tarafından derinlemesine incelenerek konunun bütün çıplaklığıyla göz önüne getirilmesi gerekmektedir. Yusuf Halaçoğlu; “I.Dünya Savaşı sırasında, her iki toplumun, savaş ortamı içinde birbirilerini katlettikleri, devlet tarafından planlanmış bir katliamın olmadığı, hukuki anlamda soykırım olarak tanımlanamayacağı, dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi Osmanlı Devletleri topraklarında da bütün toplum katmanlarının trajik olaylar yaşadığı, savaş sırasında bütün dünya halklarının başına gelenlerin Ermenilerin, Türk ve Müslümanların da başına geldiği, her iki tarafın da büyük kayıplar verdiğini.” Sözü ile Ermeni tehcirinin soykırım kapsamına girip girmediğini, II. Dünya Savaşı sırasında, Almanların Yahudilere, Amerikalıların Japonlara yaptıklarının da göz önüne getirilerek mukayese edilmesinde fayda olacağını belirtmiştir.

Türk tarihinde; araştırmalararşivler ve belgeler gösteriyor ki, “Sözde Ermeni Sorunu ve Sözde Ermeni Soykırımı” diye olay yoktur. Osmanlı devleti tarafından Ermenilere, “Sözde Ermeni Soykırımı” yapılmamıştır. “Soykırım” iddiaları düpedüz bir iftiradır ve düşmanca propagandadır. Asılsız soykırım iddiasında bulunanların hiçbir dayanağı yoktur. Ermeniler, bu durumdan faydalanmakta ve sadece algı yönetimi ve propaganda yapmak suretiyle, dünya kamuoyunun kendi lehlerinde tutmaya devam etmektedir. Bunu da Emperyalist devletler, “Sözde Ermeni Soykırımı” anıtı dikerek gündemde tutmaya çalışmaktadırlar.  İlk Ermeni Soykırım anıtı, 21 Nisan 1968’de ABD California-Montebello şehrinde dikilmiş ve Türk Ulusunu karalayan;“Türklerin insanlığa karşı yapmış oldukları katliam ve Türkler tarafından katledilen Ermenilerin hatırasına” yazılmış ve diğer ülkelerde de benzer anıtların dikilmesine yol açmıştır. Türk düşmanlığını sembolleştiren Ermeni anıtları dünyanın dört bucağında yükselmiştir. 7 Kasım 1967’de Erivan’da,  29 Kasım 1967’de Sisernakabend şehrinde 2’nci ve 3’ncü soykırım anıtları dikilmiştir.

“Sözde Ermeni Sorunu”, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün; ”Şark HududuErmeni yurdu söz konusu olamaz. Olursa müzakereler kesilir” talimatı ile 1923’te Lozan Antlaşması tarihe karışmıştır. Ancak II. Dünya Savaşı’nda “Sözde Ermeni Soykırımı ve Sözde Ermeni Sorunu” gündeme gelmiş, Emperyalist devletlerin körüklemesi ile 1964’de yeniden ortaya çıkmış, günümüzde de devam etmektedir. Emperyalistler, I.Dünya Savaşı sonrasında Sevr Antlaşması ile Türkleri, bin yıllık vatanından atmaya çalışmıştır. Ancak Mustafa Kemal Atatürk, oyunlarını bozmuş, yaptığı devrimlerle hiçbir zaman yıkılmayacak, çağdaş, modern, uygar ve “Ulusal Egemenlik” temellerine dayanan “Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti” devletini kurmuştur.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLET ARŞİVLERİ

BAŞBAKANLIK ARŞİVLERİ

Ermenilerin arşivi herkese açık değil (AA)

Ermeniler, 1915 olaylarıyla ilgili iddialarını sürdürürken döneme ilişkin arşivlerini incelemek isteyen herkese izin vermiyor.

Ermenilerin arşivi herkese açık değil

Ermeniler1915 olaylarıyla ilgili iddialarını sürdürüyor ancak konu hakkında çalışmak isteyen uzmanların Ermeni arşivlerini inceleme taleplerinde “seçici” davranıyor. Döneme ilişkin arşivlerini ise kapalı tutan Ermeniler, sadece kendi tezlerini destekleyenlerin arşivlere erişmesine izin veriyor.

Ermenistan ve Ermeni diasporası, her yıl olduğu gibi bu yıl 24 Nisan’da ve öncesinde uluslararası arenada Türkiye aleyhtarı propagandalarını 1915 iddiaları üzerinden sürdürmeye devam etti ancak Ermeniler, arşivlerini açma ve gerçeklerle yüzleşme konusunda hassasiyet göstermiyor ve Türkiye’nin o dönemde yaşanan hadiselerin aydınlatılması için arşivlerin açılması, belgelerin tarihçiler tarafından incelenmesi teklifine cevap vermiyor.

Ermenistan hükümeti, Erivan’daki Ermenistan Milli Arşivlerinin açık olduğunu iddia etmesine rağmen bu arşivlerin Ermeni iddialarının doğruluğunu kanıtlamaya yönelik kısımları dışındaki bölümler kapalı tutuluyor.

Aynı tutum, başka Ermeni arşivlerinde de sürdürülüyor. Eçmiyadzin’deki Ermeni Katolikosluğunun, Kudüs’teki Ermeni Patrikhanesinin ve ABD’nin Boston kentindeki Taşnak Partisinin arşivleri sadece bazı Ermenilere ve Ermeni iddialarını destekleyen bazı yabancılara açık. Bu arşivler, Ermeni olmayan ya da Ermeni tezlerini desteklemeyen tarihçi, akademisyen, araştırmacı, gazeteci gibi kişilere ise tamamen kapalı.

AA muhabirinin talebi reddedildi

Ermenilerin arşivlerine herkesin ulaşamayacağını gösteren son örnek ABD’de yaşandı. Ermeniler, AA muhabirinin Boston’daki Taşnaksutyun arşivlerine erişim talebine izin vermedi.

Arşivlerin yöneticisi George Aghjayan, AA muhabirinin söz konusu arşivlere erişme talebine kaçamak yanıtlar verdi. Arşivlerin normalde araştırma yapan herkese açık olduğunu savunan Aghjayan, AA muhabirinin araştırma talebini ise “Devam eden dijitalleşme süreci ve sınırlı sayıdaki personelimiz nedeniyle tüm talepleri değerlendiremiyoruz.” ifadesiyle yanıtladı.

Boston’daki arşivlere geçen yıl birçok Türk araştırmacının erişim sağladığını öne süren Aghjayan, bu araştırmacıların ismini vermedi.

Aghjahan, “Bizim temel amacımız akademisyenlerin ihtiyacını karşılamak. Araştırma yapmak isteyen bir gazeteci ile bir akademisyen arasında fark var.” ifadeleriyle AA muhabirinin talebinin dijitalleşme sürecinden sonra da onaylanmayacağının sinyalini verdi.

“Türk ve Osmanlı arşivlerinde sorun yok”

Arşivler konusunu AA muhabirine değerlendiren TOBB ETÜ Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mustafa Serdar Palabıyık, Türkiye ve Ermenistan’ın karşılıklı olarak birbirlerini arşivlerini açmamakla suçladıklarını ifade etti.

Palabıyık, Türk ve Osmanlı arşivlerinin 1990’ların başına kadar iyi kataloglanmış ya da belgelerin tasniflerinin düzenli olarak yapılmış arşivler olmadığını ancak 1990’lı ve 2000’li yıllarda Türk arşivlerinin modernleştirilip, sistemli olarak tasnif edildiğini vurguladı.

Palabıyık, “Artık Türk ve Osmanlı arşivlerinde herhangi bir sorundan bahsetmek mümkün değil. Zaten Ermeni soykırımı tezini kabul eden pek çok yerli ve yabancı akademisyen Osmanlı arşivlerinde rahatlıkla araştırma yapıp belgelerini temin edebiliyorlar.” dedi.

Ermenilerin sorun yaşadıklarını iddia ettiği bir diğer arşivin Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (ATASE) ve Denetleme Başkanlığı Arşivi olduğunu hatırlatan Palabıyık, ATASE arşivinin 1915 tehciri için önemli belgeler içerdiğini söyledi.

Palabıyık, ATASE arşivinin kataloglanma ve tasnif işlemlerinin Osmanlı arşivlerine göre biraz daha yavaş işlediğini ve bu nedenle Ermeni tezlerini savunan akademisyenlerin bazı sorunlar yaşadığını vurgulayarak, “Ancak bu şikayetler de artık çok geçerli şikayetler değil. Zira bu arşivde Osmanlı arşivleri kadar seri belge temini olmasa da tasniflerin imkan sağladığı ölçüde belge temin edilebiliyor. Türk arşivlerinin durumu artık eskisi gibi değil, son derece iyi. Bu konuda Türk arşivleri ‘arşivler açılmıyor, bize gerekli belgeler verilmiyor’ eleştirilerine imkan tanımıyor.” değerlendirmesinde bulundu.

“Taşnak arşivi Ermeni tezini savunmayanlara kapalı”

Ermeni arşivlerine gelindiğinde esas sorunların başladığını vurgulayan Palabıyık, 1915 olaylarıyla ilgili belli başlı üç Ermeni arşivinde ciddi problemler olduğunun altını çizdi.

Palabıyık, Ermenilerin erişime açık olmayan arşivlerden birincisinin, 1915 olaylarında ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeni isyanlarında aktif rol alan Taşnak Partisi’nin şu anda ABD’nin Boston kenti yakınlarında bulunan arşivleri olduğunu vurgulayarak, şöyle konuştu:

“Bu partinin evrakı ve ilk Ermenistan Cumhuriyeti’nin arşiv evrakının bir kısmı da burada. Dolayısıyla bu evrak 1915 olaylarını çalışanlar için çok kilit bir evrak. Bu arşiv, Ermeni kökenli olmayan veya Ermeni tezlerini savunmayanlara açık bir arşiv değil, yalnızca Ermeni soykırımını iddia edenlere açık olarak biliniyor.”

Araştırmacılara büyük ölçüde kapalı tutulan bir diğer arşivin de Kudüs Patrikliği arşivi olduğunu belirten Palabıyık, burada Ermeni soykırımı tezlerini destekleyen araştırmacılara bile ciddi sorun çıkarıldığını söyledi.

Bir diğer önemli arşivin de Zoryan Enstitüsü arşivi olduğunu dile getiren Palabıyık, “Burada da 1915 tehcirine maruz kalan Ermenilerin anılarının olduğunu biliyoruz. Onlarla ilgili birtakım evrakın olduğunu biliyoruz. Bu arşivde de genellikle ‘tasnif çalışmaları devam ediyor veya katalog çalışmaları tamamlanmadı’ gibi bahanelerle araştırmacılara zorluk çıkarıldığını biliyoruz.” dedi.

“Türk arşivlerinde Ermeni iddialarını kabul edenler de araştırma yapabilir”

Palabıyık, tüm arşivlerde bazı evrakın tasnif edilmesi ya da onarılması süreçlerinde ya da ulusal güvenlik nedeniyle dönem dönem erişime kapatıldığını ve bunun da normal olduğunu vurgulayarak, şöyle konuştu:

“Ancak bir arşivin tamamının belli bir grup araştırmacıya kapalı olması yanlış bir durumdur. Bizim Ermeni arşivlerinin bazılarında gördüğümüz durum, bazı görüşleri savunan araştırmacıların bu arşivlerde çalışmasına sistematik olarak müsaade edilmediği yönündedir. Bu, Türk arşivlerinde olan bir durum değil. Türk arşivlerinde Ermeni soykırımı iddialarını kabul eden araştırmacılar da araştırma yapabilir. Engellenemez. Zaten bu dijital ortama aktarılmış arşivlerde çok mümkün değildir. Bir arşivci arşive girip bilgisayarda araştırma yaptığında oradaki belgeler bilgisayarda karşısına çıkıyor. Bir belge dijitalize edildiyse kağıt formu artık araştırmacıya verilmiyor. O yüzden belge gizleme gibi şeyler çok da mümkün değil.”

Ermeni arşivlerine ulaşımda olumlu pozitif değişim yok

Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM) bünyesinde misafir akademisyen olarak çalışmalar yürüten Fransız tarihçi Maxime Gauin de Osmanlı ve Türk arşivlerine erişimin 1949’dan 2000’li yıllara kadar yavaş ilerlediğini, daha sonra ise olumlu gelişmeler görüldüğünü söyledi.

Gauin, “Özellikle 2000-2007 yıllarında Türk arşivlerine erişim konusunda çok ciddi ve olumlu gelişmeler oldu ancak Ermeni arşivlerine ulaşım konusunda pozitif değişimler görmek pek mümkün değil.” dedi.

Tarihçi Gauin, kişisel olarak Paris’teki Ramkavar ve Watertown’daki ARF arşivlerine araştırma için gittiğini ancak erişim konusunda sıkıntılar yaşadığını vurguladı.

Ermenistan’ın başkenti Erivan’da yer alan Ermeni Ulusal Arşivlerine ulaşımda bir değişiklik olmasının umut edilebileceğini söyleyen Gauin, diasporadaki Ermenilerin arşivler konusunda değişikliğe gideceğine inanmadığını dile getirdi.

Rus Devlet Arşivlerinin Ermeni Meselesindeki Yeri

Ermeni meselesi ve buna bağlı olarak Ermeni soykırımı iddiaları, son dönemde Türkiye ve dünya kamuoyunu belki de en fazla meşgul eden konuların başında gelmektedir. 1915-23 yılları arasında yaşanan olayların en önemli tanıkları ise, Türk ve Ermeni tarafları yanında, Çarlık Rusyası ve Sovyet Rusya’dır. Bu nedenle Rusya devlet arşivleri, Ermeni meselesinde gerçeklerin saptanmasında önemli rol oynayacak belgelere sahiptir.

Rus Devlet Arşivlerinin Önemi

Birincisi, Çarlık Rusyası, 19. yüzyıl ortalarından 1917 yılında yıkılana kadar Ermeni meselesinin taraf olarak içindedir. Rusya, Osmanlı Devleti’ni paylaşma savaşı yürüten büyük devletlerden biri olarak, 1915 tehcirinin öncesi ve sonrasını ayrıntılarıyla kayıt altına almıştır.

İkincisi, Kurtuluş Savaşı yıllarında Sovyet Rusya, Anadolu’da kurulan Devrimci Türkiye ile aynı cephede savaşmıştır. İngiltere’nin Kafkas seddine karşı Türkiye’nin Doğu Cephesi ile Sovyet Rusya’nın Kafkasardı Cephesi birleşmiştir. Bu dönemde Sovyet arşivleri yine birinci elden kaynaktır.

Üçüncü olarak Rusya’nın Taşnakları kullanması nedeniyle Taşnak belgelerinin önemli bir kısmı Çarlık arşivlerinde bulunmaktadır. Sovyet arşivlerinde ise bir Sovyet cumhuriyeti olan Sovyet Ermenistanı arşivlerinin birçok belgesini bulmak mümkündür. Ermeni devlet arşivlerindeki çok sayıda önemli belge bugün araştırmacılara kapalıdır. Ancak o belgelere Rus devlet arşivleri üzerinden ulaşılabilinmektedir. Bunlara Azerbaycan ve Gürcistan kaynakları da eklenebilir.

Alman generallerinin, İngiliz subaylarının, Amerikan misyonerlerinin gözlemleri, emperyalist emelleri bir kenara bırakıldığında dahi, “kişiselliği” aşamazken, Rusya her iki dönemde de olaylara devlet olarak tanıklık etmektedir. Bunlara bir de Ermeni ve diğer Kafkasardı cumhuriyetlerinin kaynakları eklendiği zaman, Rus devlet arşivlerinin Ermeni meselesinde en önemli belgeleri barındırdığını söylemek abartı olmayacaktır.

Rus arşivlerinde, Çarlık Rusyası’nın, Sovyet devletinin, Taşnak ve Sovyet Ermenistanı’nın en üst düzeydeki yetkilileri tarafından imzalanmış çok gizli raporlar ve yazışmalar bulunmaktadır. Bu belgeler, Ermeni soykırımı iddiasında bulunanların itiraflarını içermekte, Ermeni meselesini Türkiye’ye karşı kullanan güçlerin saptamalarını ortaya koymaktadır. Ayrıca, Çarlık Rusyası ve Sovyet Rusya gibi üçüncü bir gücün saptamalarını yansıtması nedeniyle de uluslararası alanda etkili ve geçerli kanıt değeri taşımaktadır. Özellikle raporlar ve iç yazışmalar, devlet yetkililerinin gerçeği belirlemeye yönelik samimi değerlendirmelerini içermektedir.

Arşivlerden Çıkan Temel Sonuçlar

Rus devlet arşivlerindeki belgelerin ortak özelliği, Türkiye’nin tezlerini esas olarak doğrulaması ve Ermeni soykırımının doğru olmadığını tartışmasız bir biçimde gözler önüne sermesidir. Çarlık Rusya’sının ve Sovyet döneminin devlet arşivlerinde Ermeni meselesi üzerine, 1998 yılından bu yana sekiz yıldır yapılan çalışmalar sonucunda ulaşılan belgelerin içeriği şöyle özetlenebilir:

  1. Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında hem devletler arası savaş düzleminde, hem de halklar arasındaki boğazlaşmalarda, karşılıklı kırımlar (mukatele) yaşanmıştır. Çarlık Rusyası ordularında 200 bin Ermeni askerinin savaştığı göz önünde tutulursa, çok sayıda askerin bu savaşta hayatını kaybettiği öncelikle saptanır. İkincisi Ermeni çetelerinin yabancı devletlerle işbirliği ve etnik temizliğe girişmeleri nedeniyle, Osmanlı/Türk Devleti ile bu çeteler arasında çatışmalarda karşılıklı kayıplar verilmiştir. Üçüncüsü, ordular arasındaki savaş cepheleri dışında, Ermeniler ve Müslüman halk (Türkler ve Kürtler) arasında da karşılıklı şiddet uygulanmış ve çok sayıda insan ölmüştür.
  2. Belgeler, 1915-1920 yılları arasında Ermeni çetelerinin Kafkasardı’nda, Doğu Anadolu’da ve Kilikya olarak adlandırılan Adana ve Maraş bölgesinde Türkiye ve Azerbaycan Türkleri ile Kürtlere yönelik sistemli kırım politikası izlediğini kanıtlamaktadır.
  3. Hem devletler arasındaki savaşın, hem de Müslüman-Ermeni boğazlaşmalarının baş sorumlusu, Batılı emperyalistler ve Çarlık Rusyası’dır. Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşmak isteyen büyük devletler, bağnaz milliyetçi Ermeni örgütlerini kışkırtarak savaşa sevk etmişlerdir. Osmanlı Devleti, TBMM hükümeti ve Müslüman halk, bu durumda savaş önlemleri almış ve ayaklanan Ermeni çetelerine karşı haklı bir savaş vermiş, kendi vatanını savunmuştur.

Belgelerin Yer Aldığı Arşivler

Sunulan belgeler, özellikle şu arşivlerde yer almaktadır:

  • Çarlık dönemi belgeleri, Çarlık Rusyası’nın askeri arşivi ve Dışişleri Bakanlığı arşivi;
  • Sovyet dönemi belgeleri, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Merkez Parti Arşivi (şimdiki adı Rusya Toplumsal Siyasal Tarih Devlet Arşivi), Sovyet döneminin Dışişleri Bakanlığı arşivi, Kızıl Ordu arşivi;
  • Ayrıca her iki döneme ilişkin belgeler, Rusya Federasyonu Devlet Arşivi.

Çarlık Belgelerinde Ermeni Meselesi

Çarlık arşivlerindeki Ermeni meselesine ilişkin belgeler, özellikle ve yoğun olarak 19. yüzyılın sonlarından başlayıp 1919’lara kadar gelmektedir. Elbette daha öncesine ait belgeler de bulunmaktadır. 1917 Şubat ve Ekim Devrimleri’yle birlikte Çarlığın yıkılmasına rağmen, Beyaz Orduların, Kolçak hükümetinin ve Tiflis’teki Kafkas Cephesi Genel Karargâhı’nın bir süre daha varlığını koruması nedeniyle Çarlık arşivlerinin kapsadığı tarihi dönem daha sonraki yıllara da uzanmaktadır. Bu arşivlerdeki belgeleri şöyle sınıflandırmak mümkündür:

1. Osmanlı Devleti’nde Ermenilerin yaşam koşulları: Çarlık arşivlerindeki belgeler, bağnaz milliyetçi Ermeni tarihçilerinin Ermenilerin Osmanlı’daki yaşam koşullarıyla ilgili tezlerini açıkça çürütmektedir. Bu belgelere göre Ermeniler, emperyalist devletlerin müdahalesine, özellikle Berlin Konferansı’na (1878) kadar, Türkiye’de çok iyi şartlarda yaşamışlar, Osmanlı Devleti tarafından desteklenmiş ve korunmuşlardır. Çarlık yetkililerinin yazışmaları göstermektedir ki, Osmanlı Ermenilerinin yaşam koşulları Rusya Ermenilerine oranla çok daha iyidir. Bu yüzden Ermeniler, Çarlık Rusyası’ndan kaçarak Osmanlı’ya sığınmışlardır. Osmanlı hâkim sınıfları açısından sömürüde milli ayrım asla söz konusu olmamıştır. Hatta Ermeni köylüleri, birçok yerde Müslümanlara oranla daha varlıklıdır. Ermeniler, ticaret ve zanaatta önemli konumlarda bulunmaktadırlar. Ayrıca, Osmanlı Devleti hâkimiyeti altında bulunan halklar, özellikle Türkler, Kürtler ve Ermeniler, tam bir uyum içinde yaşamışlardır.

Bu belgeler, Batı devletleri ve Çarlık Rusyası’nın Ermenilerin Osmanlı Devleti’ndeki yaşamları konusunda yürüttüğü propagandanın, Osmanlı ülkesini paylaşma ve işgal emellerini aklamak için yürütüldüğünü kanıtlamaktadır. Ermenilerin kötü yaşam koşullarına ilişkin abartılı veya uydurma malzemeler üretilerek kamuoyu oluşturulmuştur ve emperyalist saldırganlığa gerekçe yaratılmıştır.

2. Ermeni milliyetçiliğinin doğuşu ve özellikleri: Çarlık belgeleri, Ermeni milliyetçiliğinin Batı’nın ve Çarlık Rusyası’nın özellikle 19. yüzyılda başlayan, Ermenileri Türkiye’ye karşı kullanma tasarımlarına paralel olarak geliştiğini göstermektedir. Özellikle arşivlerde yer alan o döneme ait Ermeni yayınları ve belgeleri, Ermeni milliyetçiliğinin işbirlikçi, bağnaz ve saldırgan köklerini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Kafkasya’daki Ermeni aydınları, daha 19. yüzyılın sonlarında emperyalist devletlerle “işbirliği” içinde bağımsız bir Ermeni devleti kurmanın hayaline kapılmışlardır ve bu fikirlerini Türkiye Ermenilerine zorla aşılamaya çalışmışlardır.

3. Ermeni meselesinin gelişiminde Batı Avrupa’nın rolü: Doğu’nun paylaşılmasında rekabet halinde olan Rusya ve Avrupa, Ermenileri kimin kullanacağı konusunda da yarışmaktadırlar. Rus yetkililerinin yazdığı raporlar, özellikle İngilizlerin Ermeni meselesindeki kışkırtmalarını ortaya koymaktadır. Yetkililerin saptamalarına göre, bu yöntemlerle bir yandan Türkiye ile Rusya’nın arasını açma amacı güdülmüş, öte yandan Osmanlı Devleti içindeki merkezkaç kuvvetleri desteklenmiştir. Böylece Osmanlı topraklarını paylaşmak amaçlanmıştır.

4. Birinci Dünya Savaşı’nda Ermenilere biçilen görevler: Taşnakların, Çarlık Rusyası yetkilileriyle yaptıkları yazışmalardan ve görüşmelerden, Türkiye’yi işgal planları çerçevesinde Ermenilere iki misyon yüklenildiği görülmektedir. Ermeniler, cephe gerisinde ayaklanma çıkararak Türk ordusunu zaafa uğratacaktır. Bu birinci görevdir. İkincisi ise oluşturulan Ermeni gönüllü birlikleri yoluyla Türk ordusunun savunma hattını yararak, Rus işgalini kolaylaştırmaktır. Ayrıca bu konuda Rus yetkililerinin yazdığı sayısız rapor vardır. Bütün bu planlar, Batı devletleri ile Çarlık Rusyası’nın emir komutası altında yürütülmüştür.

5. Osmanlı Ermeni kitlelerinin emperyalist planların peşinden sürüklenmesi: Her iki görevin yerine getirilmesinde Türkiye Ermenileri aktif rol oynamıştır. Mesele birkaç Taşnak teröristinin işinden ibaret değildir. Gönüllü birliklerin oluşturulmasına ve ayaklanmalara ne yazık ki, geniş Ermeni kitleleri katılmıştır. Arşivler, Çarlık ordularına hizmet etmek ve Türkiye’ye karşı gönüllü birliklerde savaşmak için Türkiye Ermenilerinin Rus yetkililere başvurularıyla doludur. Osmanlı uyruklu aydınlardan ve doktorlardan üniversite öğrencilerine ve sıradan köylülere kadar binlerce Ermeninin listeleri arşivlerde isim isim mevcuttur. Bu belgeler, tehdidin ayrılıkçı örgüt yönetici ve militanlarıyla sınırı olmadığını göstermesi ve tehcirin nedenlerini açıklaması bakımından önemlidir.

6. Ermeni gönüllü birliklerinin katliam ve yağma politikası: Çarlık generallerinin ve subaylarının yazdığı yüzlerce rapor ve Çarlık askeri mahkemelerinin yüzlerce tutanağı ve kararları göstermektedir ki, Birinci Dünya Savaşı sırasında işgal edilen bölgelerde Ermeni gönüllü birlikleri Müslüman halka karşı vahşi kırımlara girişmiş ve mallarını yağmalamıştır. Belgelere göre bu uygulamalar sistemlidir. Ermeni çetelerini kullanan Rus komutanları bile bu vahşet karşısında dehşete kapılmışlardır. Birçok Ermeni subay ve asker, bu nedenle Çarlık ordusunun askeri mahkemelerinde yargılanmış ve idam cezasına çarptırılmıştır. Bu katliamların ve yağmaların Tehcirden önce başlaması da ayrıca önem taşımaktadır.

7. Çarlık Rusyası’nın “Ermenisiz Ermenistan” projesi: Çarlık yetkililerinin iç yazışmaları, Rusların Ermenileri Türklerin üzerine sürüp kırdırtarak işgalin ardından bölgeye Don Kazaklarını yerleştirme planlarını da kanıtlamaktadır. Çarlık yetkilileri, bu projeyi “Ermenisiz Ermenistan” olarak nitelemişlerdir.

Sovyet Belgelerinde Ermeni Meselesi

Sovyet arşivlerindeki belgeler, esas olarak 1917 sonrasına ait olmakla birlikte Sovyet yetkilerinin geçmiş olayları değerlendiren birçok yorumunu da içermektedir.

1. Ermeni meselesi, emperyalizm meselesidir: Lenin ve Stalin gibi Sovyet iktidarının en üst düzey önderleri, Ermeni Bolşevik teorisyenleri, Ermeni meselesinin özüne ilişkin birçok saptamada bulunmuşlardır. Yazışmalara, raporlara yansıyan bu saptamalara göre Ermeni meselesi, emperyalist devletler tarafından Türkiye’nin paylaşılmasında bir araç olarak kullanılmıştır. Türkiye, paylaşılmaya karşı kendi vatanını savunmuş ve haklı bir savaş vermiştir. Yaşanan trajedinin sorumluları ise Ermenileri kullanma politikası güden emperyalist devletler ve onların planlarına alet olan Taşnaklardır.

2. Taşnak Ermenistanı’nın oynadığı rol ve etnik temizlik politikası: Sovyet önderleri, Taşnak Ermenistanı’nın İngiliz politikası gereği devrimci Türkiye ile Sovyet Rusya arasına bir duvar ördüğünü ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında da emperyalizmin bölgedeki taşeronlarından biri olduğunu saptamışlardır. Taşnak Ermenistanı, Batı’nın Doğu’daki planlarını gerçekleştirmede bir üs görevi görmüştür.

Sovyet belgeleri, Taşnakların yaklaşık bugünkü Ermenistan sınırları içinde yaptıkları etnik temizliği de kanıtlamaktadır. “Saf” milli bir devlet kurma adına Müslüman nüfusun önemli bir kesimi Taşnak iktidarı tarafından ortadan kaldırılmıştır. Ayrıca Kilikya olarak adlandırılan Adana, Maraş bölgesinde de Fransızların himayesi altında sistematik olarak Müslüman nüfus kılıçtan geçirilmiştir.

Ermeni nüfus da Taşnak diktatörlüğünden payını almıştır. Ermeni halkının da Taşnak zulmüne uğradığı Sovyet belgelerince saptanmaktadır.

3. Türk-Sovyet ittifakı ve Taşnak Ermenistan’ının ortadan kaldırılması: Sovyet arşiv belgelerinin açık bir şekilde kanıtladığı üzere Ermenistan’da, Türk Ordusu’nun ve Kızıl Ordu’nun askeri işbirliği sonucunda Taşnak iktidarına son verilmiş ve Sovyet iktidarı kurulmuştur. Bugün soykırım olarak adlandırılan Türk Ordusu’nun Ermenistan üzerine harekâtı, en üst düzeydeki Sovyet yetkilileri tarafından desteklenmiş ve ilerici bir hareket olarak değerlendirilmiştir. Türkiye’nin bu harekâtı, vatan savunması kapsamında görülmüştür.

Bugün Ermeni milliyetçilerinin en az Talat ve Enver paşalara yönelik olduğu kadar Sovyet liderliğine de saldırması bu yüzdendir. Rusya Ermeni Birliği, Ermeni Soykırımının Koruyucuları ve Suç Ortakları başlıklı bir kitapta bu yöndeki belgeleri derlemiş ve Leninleri, Stalinleri “sözde” Ermeni soykırımının suç ortakları olarak değerlendirmiştir. Ermeni diasporası, siyaset ve bilim çevreleri, “Ermeni soykırımında” Rusya’nın Türkiye ile eşit sorumluluğa sahip olduğunu vurgulamakta, bu içerikte yayınlar çıkarmakta, toplantılar düzenlemektedirler. Burada altını çizmek gerekir ki, Ermeni çevreleri, Sovyet devleti üzerinden Rusya’yı mahkûm etmek peşindedirler.

4. İkinci Dünya Savaşı’nda Taşnakların Nazi güdümlü politikası: Taşnaklar, Birinci Dünya Savaşı’nda üstlendikleri rolü İkinci Dünya Savaşı’nda da oynamışlardır. Bu sefer Hitler Almanyası’nın yanında. Taşnaklar, faşist Alman orduları için gönüllü birlikler oluşturarak bölge halklarına karşı yeni bir suça imza atmışlardır.

5. Müslüman nüfusun Ermenilerden kat kat fazla olması: Gerek Çarlık gerek Sovyet belgeleri, bölgede Müslüman nüfusun tehcir öncesinde de Ermeni nüfusla karşılaştırılmayacak kadar çok olduğunu kanıtlamaktadır.

ERMENİ TEHCİRİ VE SÖZDE SOYKIRIM İDDİALARI

Tarihçinin ilk kuralı, doğru olmayanı dile getirmeye asla cüret etmemektir. İkincisi ise doğru olan hiçbir şeyi gizlememektir. Dahası, yazdıklarında taraf tutma ve kötü niyet olmadığına dair hiçbir kuşku olmamalıdır

(ÇİÇERO, DE ORANTE, II, 62)

Geçmişten günümüze her devlet, bünyesinde barındırdığı milletlerle yer yer sorunlar yaşamıştır. Söz konusu devlet, bünyesinde birden çok millet yaşayan Osmanlı İmparatorluğu olunca, milliyetçilik akımının dünyada hızla yayıldığı 19. ve 20. yüzyıllarda Osmanlı tebası milletler arasında yaşanan etnik sorunlar, çok da sürpriz hadiseler olarak nitelendirilemez.

Osmanlı Devletinin son yıllarında yaşanan ve etkimizi günümüze ulaşarak hala tartışılan tek etnik sorun, Ermeni isyanları ve neticesinde yaşanan hadiselerdir. Peki, Osmanlı teb’ası olarak yüzlerce yıl barış ve güven içinde yaşayan, millet-i sadıka (sadık millet) olarak anılan ve devletin en önemli kademelerinde dahi görev yapan Ermeniler, ne olmuştur da devlete isyan etmişlerdir? Bu isyanlarda Fransız ihtilali sonrası dünyada hızla yayılan milliyetçilik akımının etkisi kadar, milliyetçilik akımını kullanarak Osmanlı Devletini yıkmak isteyen güçlerin önemli etkileri olmuştur. Dönemin emperyalist devletleri ve bu devletlerde yaşayan Ermeni diasporası, Ermeni teba arasına fitne sokup onları örgütleyerek, Osmanlı Devletine karşı ayaklandırmışlar, yüzyıllardır barış içinde yaşayan hakları birbirlerine düşürmüşler ve neticede olan araya fitne sokanlara değil, aralarına fitne sokulanlara olmuştur. 2007’de bir suikast sonucu öldürülen Hrant Dink, Kuzey Irak’ta başlayan “Federasyon süreci” hakkında 2006 yılında Malatya’da katıldığı bir toplantıda bu durumu şöyle ifade etmiş;[1]

“Geçmişte İngilizlerin, Fransızların, Rusların, Almanların şu topraklar üzerinde oynamış oldukları rol neyse bugün de aynen tekrarlanıyor. Geçmişte Ermeni halkı onlara güvendi.

Kendilerini Osmanlı zulmünden kurtaracak sandılar ama yanıldılar. Çünkü onlar geldiler kendi işlerini, hesaplarını yaptılar, çekip gittiler ve burada kardeşi kardeş ile kan içerisinde bıraktılar. Ve bugün Kürtlerin yaşadığı aynı budur.

Bugün Amerika geldi Kuzel Irak’ta bir Kürt devleti oluşturmak üzere. Kürt kardeşlerimiz için orası bir çekim alanı oldu. Ne oldu bir başka şey mi oldu? Bir ümit mi oldu? Bu çok tehlikeli bir gidiş.

Amerika bu, gelir kendi hesabını yapar, işine bakar, işi bittiğinde de çeker gider. Ondan sonra insanları burada kendi didişmesi içinde bırakır.”

Ermeniler, kendi isyanları neticesinde meydana gelen ve kendileriyle birlikte binlerce masum Osmanlı vatandaşının zarar gördüğü bu hadisleri, gerçeklikten saptırarak yüz yılı aşkın süredir Türk devleti aleyhine kullanmaya çalışıyorlar. İletişim çağını yaşadığımız bu dönemde, psikolojik olarak ülkemizi yıpratmaya çalışıyorlar. Türkiye olarak biz, bu konunun siyasi bir konu olmadığını, tarihi bir konu olduğunu ve bu konuda tarihi belgelerle hüküm vermek gerektiğini savunsak da, Ermeniler gerçekliği çarpıtan siyasi söylemlerle propagandalarına devam ediyorlar.

Avrupa’nın Ermenileri destekleyen tutumu ve Ermenilerin Müslümanlara yaptıklarının görmezden gelinmesi, tarihimizi bilmeyi ve atılan türlü iftiralara karşı doğruları hakkıyla söyleyebilmeyi gerektirmektedir.

Soykırım Nedir?

100 yılı aşkın süredir Ermenilerin bizleri itham ettikleri “soykırım” kavramı, netice itibariyle bir suç türüdür ve uluslararası hukukta da yerini almıştır. Eğer ki Ermeniler adaletin tecelli etmesini istiyorlar ise hukukun üstünlüğüne inanmalı ve yapılan uluslararası sözleşmeye göre değerlendirmelerini yapmaları hakkaniyet açısından daha uygun olacaktır.

Ancak tanımın yapılmasında Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin başlangıç kısmı ile 1. maddesi, bu tanımın alt yapısını oluşturmaktadır. Sözleşmenin başlangıç kısmında soykırımın BM’nin ruhuna ve amaçlarına aykırı olduğu, uygar dünya tarafından lanetlendiği, tarihin her döneminde insanlık için büyük kayıplara yol açtığı, uluslararası hukuk açısından bir suç teşkil ettiği ve bu iğrenç suçtan insanlığın kurtarılması için uluslararası işbirliğinin gerekli olduğu belirtilmiştir. Bu bağlamda 1. maddeyle önleme ve cezalandırma görevi düzenlenmiştir. Sözleşmenin 1. maddesine göre sözleşmeye taraf olan devletler, gerek savaş gerekse barış zamanında önlemeyi taahhüt ettikleri soykırımın uluslararası hukuka göre bir suç olduğunu teyit etmişlerdir.[2]

Bu yönüyle incelenmesi gereken sözleşme, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 9 Aralık 1948’te kabul ettiği ve 12 Ocak 1951’de yürürlüğe giren Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’dir.[3] Mezkûr Sözleşmenin 2. maddesi, soykırım suçunu tanımlamaktadır. Buna göre;

“Bu sözleşme bakımından ulusal, etnik veya dinsel bir grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur.

a) Gruba mensup olanların öldürülmesi;

b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;

c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek;

d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;

e) Gruba mensup çocukları zorla başka gruba nakletmek.”

Söz konusu suçu incelediğimizde;

1) Ulusal, etnik veya dinsel bir grubun bulunması ve onların hedef alınması gerekmektedir. Sözleşmede belirtilen gruplar, sayma yoluyla belirlenmiştir. Soykırım suçu, sınırlayıcı bir şekilde sayılan bu gruplara yönelik olabilir. Bunların dışındaki gruplar, sözleşmenin korumasından yararlanamazlar. Bir başka husus da bu grupların toplum içindeki gücünün ve konumunun dikkate alınmamış olmasıdır. Nüfus yoğunluğuna sahip olmak, ekonomik açıdan güçlü olmak, ilgili coğrafyada hâkim kültürü temsil etmek gibi ölçütler, soykırım suçuna maruz kalınmayacağına karine teşkil etmemektedir.[4]

2) Maddede 5 bent halinde sayılan fiillerin en az birinin işlenmesi gerekir. Bu, suçun maddi unsurunu oluşturur. Her ne kadar maddede birden çok kişiye karşı bu fiillerin işlenmesi gerekir gibi görünse de bir tek kişiye dahi bu fiillerden birinin işlenmesi suçun oluşması için yeterli kabul edilecektir.

3) Soykırımın söz konusu grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenmesi gerekir. Yani her hangi bir gruba mensup kişinin öldürülmesi kabul edilmemiş bu fiilin “ulusal, etnik veya dinsel bir grubu” kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenmesi gerekir.

Ermeni İsyanlarının Arka Planı

Ayastefanos ve Berlin Anlaşmalarının Etkisi

Ermeni isyanları konusunda asıl sarsıcı olayların başlaması 20. yüzyıla denk gelse de, 19. yy’da Fransa’nın ilginç yaklaşımını görüyoruz. Rusya ve İngiltere arasındaki gerginlik durumu, Fransızların Ermeniler üzerinden çıkar sağlamasına sebep olmuştur. Fransızlar, Müslümanları hıristiyanlaştıramayacaklarını anlayınca, Ortodoks, Rum ve Ermenilere yönelmişlerdir. Yani Ermenilere yönelen ilk devletlerden birisi de Fransızlardır. Franzlar, Ermenilere destek olarak Osmanlı kamuoyunu etkilemeye çalışmıştır.

Sonrasında ise Rusya ve İngiltere arasındaki rekabet durumu, Ermeni meselesini zamanla emperyalist bir sorun haline getirdi. Başlangıçta 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından imzalanan ve Osmanlı tarafından kabullenilmek zorunda bırakılan Ayastefanos Antlaşması ile Ermeni sorununa Rusya alenen dahil oldu. Ayastefonos Anlaşmasının Ermenilerle ilgili olan 16. madde şöyledir; “Doğuda Rusya askerlerinin istilası altında bulunup Osmanlı Devleti’ne verilmesi gereken yerlerin boşaltılması oralarda iki devletin dostane ilişkilerinde zararlı karşılıklara yol açabileceğinden, Osmanlı Devleti, Ermenilerin barındığı eyaletlerde mahalli menfaatlerin gerektirdiği ıslahat ve düzenlemeyi vakit kaybetmeksizin yapmayı ve Ermenilerin Kürtlere ve Çerkezlere karşı güvenliklerini sağlamayı garanti eder.” Her ne kadar Ermeniler Ayastefanos ile tatmin olamasa da, isteklerini kısmen de olsa karşılamış oldu.

Rusya’nın amacı, yüzyıllardır belliydi. Çar I.Petro (Deli Petro)’nun koyduğu hedef şöyleydi; “Rusya’nın sıcak denizlere inmesi, siyasi, tarihi ve iktisadi zarurettir”. Ayastefanos Antlaşması, Doğu Anadolu’nun bir kısmını Rusya’ya verip bölgede önemli bir Rus etkisi oluştururken, Osmanlı Devleti’ni Ermenilere yönelik ciddi bir yükümlülük altına sokuyor ve Osmanlı Devleti’ni bu hususta sadece Rusya’ya karşı sorumlu tutuyordu.

İngiliz Hükümeti, Rus tavrını İngiltere’nin Doğu’daki çıkarları açısından bir tehdit olarak algıladı ve Doğu’daki Rus askeri ilerlemesine son vererek Ermeni sorununu Rusya’nın tekelinden çıkarmaya çalıştı. İngiltere’yi rahatsız eden Doğu’daki Rus kazançları ile Ermenilerin Rus etki ve nüfuzuna girmelerine yol açacak Ayastefanos düzenlemeleri, Berlin Kongresi’nde revize edildi ve Ermenilerin sadece Ruslar tarafından kullanılmalarına engel olundu. Böylece İngiltere, Rusya’nın Doğu Anadolu işlerine tek taraflı müdahalede bulunma durumunu ortadan kaldırmış oldu.[5]

Ayastefonos Anlaşmasını revize eden Berlin Antlaşması’nın Ermenileri ilgilendiren 61. maddesi şöyledir; “Babıali, Ermenilere meskun vilayetlerde mahalli ihtiyaçların icap ettiği ıslahatı geciktirmeksizin yapmayı ve Ermenilerin Çerkez ve Kürtlere karşı emniyet ve asayişlerini sağlamayı taahhüt eder. Bu konuda alınacak tedbirleri ara sıra antlaşmayı imzalayan devletlere tebliğ edeceğinden bu devletler sözü edilen tedbirlerin yerine getirilmesine nezaret eder.” Bu madde ile Ermeni sorunu, Osmanlı’nın kendi içinde çözeceği bir sorun iken uluslararası bir mesele haline geldi. Bu maddeye güvenen Ermeniler de gündemden düşmemek ve emellerini gerçekleştirmek adına bir dizi isyan gerçekleştirdiler.

Bu tarihten sonra emperyalist devletler, Nisan 1883’e kadar Osmanlı’ya birçok nota gönderdiler. Notalarda Ermenilerin bulunduğu yerlerde kötü muameleye uğradıkları, adaletsizliğin,  güvensizliğin ve cinayetlerin olduğu ve bunların günden güne yayıldığı iddia edilerek, Bab-ı Ali’nin (hükümetin) gereken ıslahatları yapması talep ediliyor ve talepleri yerine gelmediği takdirde kendilerinin müdahil olacakları ifade ediliyordu. Aslında burada da yapılan şey belliydi. Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve diğer birçok bağımsızlık kazanan veya kazanmaya çalışan milletlerde başarılı uygulamalar tekrar edilmeye çalışılıyordu. Bunun için özellikle Bulgaristan’ın bağımsızlık kazanma sürecini örnek aldılar. Bunlar sırasıyla,

1.İsyancı güçleri örgütlemek ve silahlandırmak.

2.Karşılık vermesi beklenen gruplara (mevcut durumda, Kürt aşiretlerine) saldırmak. Zira onların şiddetli bir şekilde karşılık vermeleri, çok sayıda Ermeni’nin ölümüne yol açacaktı.

3.Ermenilerin ölümü Avrupa’daki kamuoyunu derinden etkileyecekti.

4.Avrupalıların askeri müdahalesi; Osmanlıyı, Ermenilere Doğu Anadolu’da özerklik ve belki de bağımsızlık tanımaya zorlayacaktı.

5.Müslüman nüfusu yeni Ermeni topraklarından kaçacak ya da çıkarılacaktı ve Osmanlı İmparatorluğu, İran, Amerika ve Avrupa’nın her köşesindeki Ermeniler; buraya göç edecek ve coğrafi olduğu kadar siyasi anlamda da egemenlik kazanan bir Ermeni Devleti kurulacaktı.[6]

Ancak Avrupalıların anılan dönemde içinde bulunduğu karışıklık, böyle bir gidişatı engellemiş fakat yine de isyanların önüne geçilememiştir.

Ermeniler Hayırlı İşler Yapıyor (!)

Berlin Antlaşması’nın ardından Avrupa’nın da desteğini alan Ermeniler, cemiyetler, dernekler ve komiteler kurmaya başladılar. Görünüşte hayır cemiyetleri olarak kurulan dernekler, kısa süre sonra Ermenistan kurma planı için birer tedhiş (şiddet) yuvası haline dönüştü. Bunlardan 1978 yılında Van’da kurulan Kara Haç Cemiyeti, Amerika’daki Clu Clux Clan benzeri bir kuruluştu.[7]

Milliyetçi Kadın Cemiyeti de 1880’de kuruldu. Aynı yıl içinde, Rusya yönetimindeki Ermenistan’da kurulan dernekler ise Anadolu Ermenilerine silah göndermeye başlamışlardı. Buna ek olarak 1881’de Erzurum’da Anavatan Müdafileri Derneği kuruldu. Derneğin amacı, Ermenileri sözde saldırılardan korumak üzere onları silah ve cephane ile donatmaktı. 1885 sonlarında ise Van’da ihtilalci Armenekon Partisi kuruldu. Bu partinin kuruluş gayesi ise ihtilal çıkararak, kendi kendini yönetme hakkını sağlamaktı.[8]

Daha sonra Vatan Perveran Cemiyeti Kuruldu. Cemiyet sadece yurt içinde değil, yurt dışında da faaliyet gösterdi. Ermeni bağımsızlığı için bir yığın yayın yaptı. En faal cemiyetlerden olan bu cemiyetin taraftarları, Zeytun’da Osmanlı ile fiilen çatıştı.

1887’de ise Cenevre’de büyük kısmını Rusyalı Ermeniler Teşkil eden Hınçak Komitesi kuruldu. Hınçak Komitesi, direkt olay çıkarmak değil de halkı galeyana getirmek ve kargaşa yaratmak adına ilk olarak Muş’ta aşiret reisi Musa Bey’e iftiralar atmış ve bir Ermeni kızı kaçırıp tecavüz ettiğini, türlü eziyetlere maruz bıraktığını ileri sürmüşlerdir. Bu da padişaha Ermenilere zulüm ediliyor şeklinde sunuldu. İkinci büyük olay ise Erzurum’da meydana gelmiştir. Şehirde bulunan Ermeni kilisesi ve okulunda silah aranmasını bahane eden Ermeniler, Haziran 1890’da ayaklanmışlar ve asker üzerine savaş açmışlardır.

Hınçak Partisi’nin İstanbul’da organize ettiği ilk gösteri ise Kumkapı olayıdır. Ermeni Patriği’nin Kumkapı’da halka hitap ettiği bir sırada komiteci Ermeniler halkı gösteriye zorlamışlar, Yıldız Sarayı’na doğru yürüyüşe geçen Ermeniler, yolları kesen polislerin üzerine ateş açmışlar, çatışma çıkmış, ölen ve yaralananlar olmuştur. Böylece Ermeniler, İstanbul’da dahi olay çıkartabileceklerini anlamışlar, ayrıca Kumkapı olayıyla Avrupa’nın dikkatini çekmişlerdir.[9]

Ancak bunlar da yeterli olmayınca, Van ve Muş civarındaki köylere yerleşerek oradaki halkı isyana teşvik ettiler, isyanlar çıkarttılar. O dönemin Padişahı olan Sultan Hamid’in bu ve buna benzer isyanlara karşı Nisan 1893’te Ermeniler için genel af çıkarması dahi bölgedeki isyanları sona erdirmemişti.

Hükümet, Ermeni isyanlarına karşı ne yaparsa yapsın basında şiddetle itham edileceğini ve Batılı devletlerin bu meseleyi kullanmaya devam edeceğini biliyordu. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu 1908’de büyük bir hükümet değişikliği ile sonuçlanacak olan siyasi sorunlarla boğuşurken isteyeceği en son şey, Doğu Anadolu’da huzursuzluk yaratacak bir durumun meydana gelmesiydi. Ancak Osmanlı’nın Doğu’daki ortamı sakinleştirme planı, asıl amaçları ayaklanma girişimleri başlatmak olan Ermeni devrimcilerin attıkları adımlar ile kesintiye uğramıştı.[10] Osmanlı’nın içinde bulunduğu siyasi istikrarsızlık, Ermenilerin giderek şiddetlenen teşebbüslerde bulunmasına yol açmıştı.

Ermeni çeteleri, I. Dünya Savaşı’ndan önce en yıkıcı girişimlerini yaptılar. Fakat olaylar istedikleri gibi gitmedi. Müslüman nüfusun fazla olması, iki taraf açısından da zorlu bir çekişme yaşanmasına sebep oldu. Bu çatışmalarda, çoğu Ermeni yaklaşık 20.000 insanın hayatını kaybettiği bilinmektedir. Sonrasında da yaşanan birçok isyan olur. Ermenilerin Kürt aşiretlerine saldırması, Sasun, Zeytun, Van ayaklanması gibi yaklaşık 50 isyan yaşanır. Dönemin padişahı Sultan II: Abdülhamit’e suikast girişiminde dahi bulunulmuş, Osmanlı Bankası’na baskın yapılmıştır.

1908 yılında II. Meşrutiyetin ilanından sonra, İttihat ve Terakki hükümete gelmiştir. Ermeniler, İttihat ve Terakki Partisinin kendilerini yok etmek için iktidara geldiğini iddia ederler. Fakat bu dönemde dahi 26 kilise ve Ermeni mektebi açılmış ve ülkenin çeşitli yerlerinde 26 Ermeni gazetesi yayınlanmıştır.

Ancak Ermeniler, Bulgaristan’ın yanında yer alan gönüllü Ermeni birlikleri kurmuşlardır. Genellikle Ermeni isyanlarının Doğu Anadolu’da gerçekleştiği düşünülür ancak Ermeniler, Balkanlarda da gerek birliklerinin faaliyetleri, gerekse komiteler aracılığıyla Müslümanlara karşı birçok kıyım gerçekleşmiştir. Fakat yaşanan olaylara rağmen hem Abdülhamit döneminde hem de İttihat ve Terakki döneminde isyancılara karşı af ilan edilmiştir. Tabi ki bu aflar Ermenileri durdurmaya yetmemiştir. İttihat ve terakki döneminde ilginç bir olay yaşanmıştır. Osmanlı Bankası baskınını düzenleyen Karakim Pastırmacıyan, siyasi af çıkınca milletvekili olabilmiştir.

Nihayetinde Van’da yaşanan isyan ve Rusya’nın doğudaki ilerleyişi dönüm noktası olur. Daha çok Rus etkisi alanına giren ve günden güne ayrılıkçı faaliyetlerini arttıran Ermeniler, Osmanlı Devleti’nin seferberlik ilan ettiği 3 Ağustos 1914 tarihinden itibaren ordudan firar etmeye ve yavaş yavaş silahlı eylemlerde bulunmaya başladılar. Rus ordusunun 1914 yılının Kasım ayında doğuda başlattığı taarruzu fırsat bilen Ermeni silahlı gruplar, birçok vilayette isyan çıkarttılar. Osmanlı ordularının Doğu Anadolu’da Rusya karşısında yenilmesinden sonra batıda Çanakkale Savaşları’nın başlaması ve İstanbul’un tehlike altına girdiği bir dönemde Ermeniler, düşman saldırılarına paralel olarak eylemlerini genişlettiler.[11]

Tehcir

Yaşanan onca olay ve isyanlar neticesinde 27 Şubat 1915’te Osmanlı Başkomutanlığı, Ermeni komitacılarının isyan hazırlıkları içinde olduklarını ve bu isyanlara karşı gerekli tedbirlerin alınmasını, ancak böyle bir girişim içinde yer almayanlara dokunulmamasını emretmiştir. Bu emir kapsamında Ermeni erlerinin silahsızlandırılması yoluna gidildi, önemli şahsiyetlerin bazıları görevlerinden alındı, bazılarının ise görev yerleri değiştirildi. Fakat bu tedbirler işe yaramadı. Tarihler 24 Nisan 1915’i gösterdiğinde ise meşhur genelge yayınlanır. Genelge ile zararlı komiteler kapatılır, belgelere el konur, düşmanla iş birliği yapan, masum halkı katleden ve isyan çıkaran Ermenileri yakalama kararı verilir. Yani aslında soykırımı anma günü,  genelge yayınlanan gündür.

26 Mayıs 1915 tarihinde ise İçişleri Bakanlığı, Başbakanlığa yaşanan hadiseleri ve alınması gereken tedbirleri içeren bir yazı göndermiştir. Söz konusu yazıda; Osmanlı topraklarına göz diken istilacıların ihtiraslarını geçekleştirmek için Osmanlı tebaası olan Ermeniler arasına nifak soktukları ve Ermenilere yardım ettikleri, isyan eden Ermenilerin düşmana karşı savaşan ordunun harekatını güçleştirmek için her çeşit engellemeleri yaptıkları, askere erzak ve mühimmat nakline engel oldukları, düşmanla işbirliği yaptıkları, bir kısmının düşman saflarına katıldıkları, askeri birliklere ve masum halka silahlı saldırıda bulundukları, şehir ve kasabalarda öldürme olaylarına karıştıkları ve yağmacılık yaptıkları, devletin selameti için köklü tedbire ihtiyaç duyulduğu ve bunun için, harp sahasında olaylar çıkaran Ermenilerin başka bölgelere nakline karar verildiği ifade edilmiştir.[12]

Ardından 27 Mayıs 1915’te Sevk ve İskan Kanunu çıkartıldı. Ermenilerin yer değiştirmesi, bir ülkeden diğerine değil de, aynı ülke içinde yer değiştirme şeklinde uygulandı. Ayrıca yetim çocuklar[13], hasta[14], engelli, yaşlı kimseler ve dul kadınların[15]  çoğu tehcire tabi tutulmadı. Sevk edilen yaşlı kadın ve çocuklar için ise araba ile sevk edilmeleri konusunda önlem alınmıştı.[16]

Ermenilerin sıkça dile getirdiği gibi, yer değiştirme sırasında 1,5 milyon Ermeni ölmemiştir. Gerek Osmanlı ve Ermeni gerekse yabancılara ait istatistikler, I. Dünya Savaşı döneminde Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenilerin nüfusunun en fazla 1.250.000 civarında olduğunu göstermektedir. Ne kadar Ermeni’nin yer değiştirme uygulamasına tabi tutulduğu ve ne kadarının sağ salim yeni yerleşim bölgelerine ulaştığı, belgelerle ortadadır. Osmanlının son nüfus istatistiği, 1914 yılında yapılmıştır. Buna göre Ermeni nüfusu 1.221.850’dir. Yer değiştirmeye tabi tutulmayan nüfus; 82.880’i İstanbul’dan, 60.119’u Bursa’dan, 4.548’i Kütahya sancağından ve 20.237’si Aydın vilayetinden olmak üzere toplam 167.778’dir.[17]

Verilerden de anlaşıldığı üzere tehcir edilen Ermenilerin sayısı azımsanmayacak kadar fazla. Bu kadar insanı sorunsuz bir şekilde başka yere nakletmek, her hangi bir sorunu olmayan devlet için dahi pek kolay değildir. Osmanlı’ya baktığımızda ise o dönemde içinde bulunduğu savaş ortamı, ülkenin çeşitli yerlerindeki isyanlar vb. sorunlar, tehcirin sağlıklı bir şekilde yapılmasına olanak sağlamamıştır. Ancak yine de Osmanlı Devletinin tehcirin sorunsuz gitmesi için hemen türlü tedbiri aldığı, belgelerden anlaşılmaktadır. Bu tedbirlerden bazıları şunlardır;

1) Ermenilerin iaşe ve iskan masraflarının muhacirin tahsisatından ödenmesi (29 Mayıs 1915, Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dahiliye Şifre Numara 53/152)

2) Sürgün edilen Ermenilerin borçlarının alınmayacağı (1 Haziran 1915, Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dahiliye Şifre Numara 53/200)

3) Ticaret ve benzeri suretlerle ikamet eden Ermenilerin yerlerinde bırakılmaları (8 Haziran 1915, Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dahiliye Şifre Numara 53/295)

4) Göç eden Ermenilerin geride bıraktıkları eşyalarının değeri hükümetçe sahiplerine ödeneceğinden terkedilmiş malların korunarak  sahipleri adına satılması ve güçsüz kadınlarla askeri imalathanede çalışanların sevklerinin tehir edilmesi (9 Haziran 1915, , Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dahiliye Şifre Numara 53/303)

5) Sevk olunan Ermenilerin yollarda korunmaları, bunlara saldıranların korunması (14 Haziran 1915, , Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dahiliye Şifre Numara 54/10)

6) Erzurum’dan sevk olunan Ermenilerin taarruza uğradığı, muhafazaları için gerekli önlemlerin alınması (14 Haziran 1915,  , Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dahiliye Şifre Numara 54/9)

7) Uygunsuz hareketlerde bulunan jandarmaların divan-ı harbe sevkleri hakkında (6 Kasım 1915, Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dahiliye Şifre Numara 57/309)

Tüm bu tedbirlere rağmen, hastalıklardan, saldırılardan ve uygulayıcıların tedbirsizliğinden kaynaklanan açlıktan tehcire tabi tutulan Ermenilerin toplamda 9-10 bininin öldüğü tespit edilmiştir. Bu kayıplar, Ermeniler için olduğu kadar bizim için de üzücüdür ancak bu kayıplarda kasıt yoktur. Zira Osmanlı İmparatorluğu isteseydi bütün Ermenileri öldürebilirdi. Yukarıda çok az bir kısmını saydığım tedbirleri ve benzerlerini uygulamaz ve Ermenilere saldıranları cezalandırmazdı.

Ovanes Kaçaznuni’nin İtirafları

Uluslararası faaliyet gösteren Ermeni lobilerinin sözde soykırım iddiaları, Ermenistan’ın ilk Başbakanı Ovanes Kaçaznuni tarafından yalanlandı. Ovanes Kaçaznuni (Hovannez Katchznouni), 1918 yılı Temmuz ayında kurulan Ermenistan devletinin ilk başkanıdır. Taşnak Hükümetini 1919 yılı Ağustos ayına kadar 13 ay yönetmiştir. Taşnaksutyun Partisi’nin kurucularındandır ve önemli lideridir. Ermenistan’ın ve Taşnak Partisi’nin en yetkilisidir.[18]

Kaçaznuni’nin 1923 yılında Bükreş’te yapılan Ermeni meselesi ile ilgili Taşnak Partisi toplantısında sunduğu rapor, gerçekleri bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Kaçaznuni’nin Osmanlı döneminde yaşananları anlattığı kendi imzasını taşıyan rapor, Türk Hava Kurumu (THK) tarafından Rusçadan Türkçeye tercüme edilerek kitap haline getirildi. Kitapta yer alan bilgiler, Türklerin Ermeni soykırımı yaptığı iddialarını kesin bir dille yalanlarken, kitap Türkiye genelindeki bütün kütüphanelere ulaştırıldı. Kaçaznuni’nin yakın tarihe ışık tutan belge niteliğinde sözlerinin yer aldığı kitap, Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu’na karşı nasıl bir ihanet içinde olduklarını da gözler önüne serdi. Yıllarca sözde soykırıma uğradıklarını iddia eden ve dünya kamuoyunu baskı altına almaya çalışan Ermenilerin bütün tezlerini çürüten ilk başbakanları, 128 sayfalık raporunda şu çarpıcı ifadelere yer veriyor:[19]

– Dünya Savaşı öncesinde Ermenilerin gönüllü silahlı birliklerin oluşturulması hataydı.

– Gönüllü silahlı birlikler, kayıtsız şartsız Rusya’ya bağlanmışlardı.

– Türklerden yana olan güç dengesini hesaba katmamışlardı.

– Tehcir kararı amacına uygundu.

– Türkiye, savunma içgüdüsüyle hareket etmişti.

– 1918 sonlarındaki İngiliz işgali, Taşnakların umutlarını yeniden kabartmıştı.

– Ermenistan’da Taşnak diktatörlüğü kurmuşlardı.

– Denizden denize Ermenistan projesi gibi emperyalist bir talebe kapılmışlar, bu yönde kışkırtılmışlardı.

– Müslüman nüfusu katletmişlerdi.

– Ermeni terör eylemleri, Batı kamuoyunu kazanmaya yönelikti.

– Yaşanan tüm elim hadiseler için Taşnak yönetimi dışında suçlu aranmamalıydı.

– Taşnak Partisi’nin artık yapacağı bir şey yoktu; intihar etmeliydi.[20]

Sonuç

Soykırım iddialarının asılsız olduğu, Ermenistan’dan Amerika’ya kadar bilinmektedir. Fakat yapılmak istenen; soykırım iddialarını kabul edip Türkiye üzerinde baskı aracı olarak kullanmaktır. Ülkemizde ise bazı kesimler, “dünyada soykırım iddialarını kabul edenlerin sayıları artıyor, acaba ne olacak” gibi endişeler taşıyorlar. Hiçbir şey olmayacak! Ermeniler, bu asılsız iddialarının sonucunda toprak ve tazminat taleplerinde bulunmak istiyorlar ancak asılsız iddiaları çifte standart uygulayan Batılı devletler tarafından kabul edilse dahi bu haksız taleplerinin karşılığı olmaz. Zira Bardakçı’ya göre; soykırım yaptığı iddia edilen bir devletin soykırım kurbanı olduğunu söyleyenlere tazminat ödemesinin geçmişte bir örneği yoktur! “Almanya, Nazi döneminin kurbanı olan Yahudilere sonradan dünya kadar tazminat ödemişti” diye ortaya atılan ve Türkiye’de de ciddi şekilde tartışılan iddialar, gerçeği yansıtmamaktadır. Almanya, Yahudilere tazminat ödemiştir ama bu tazminat soykırım değil, “köle olarak kullanma” tazminatıdır. Üstelik ödemeyi Alman Devleti değil, bedava işçileri öldüresiye kullanan büyük Alman şirketleri yapmıştır. Tazminat görüşmelerinde hükümet yetkilileri de hazır bulunmuş ama sadece gözlemcilik yapmışlardır.[21] Yani asılsız soykırım iddiaları, haksız bir şekilde kabul edilse dahi Ermenilerin umdukları şekilde bir tazminat ödenmesi söz konusu olmayacaktır.

Ancak burada değerlendirilmesi gereken en önemli mesele, soykırım iddialarının kabulünün manevi etkisidir. Almanya’nın Yahudilere, İngilizlerin Avustralyalı yerlilere, Norveçlilerin Taterlere, Danimarkalıların mültecilere uyguladıkları soykırımlar hala anılır. Yani bu mesele, milletler hakkında oluşan/oluşturulan algıları olumsuz etkiler. Bu nedenle de; “nasıl olsa maddi bir kaybımız olmayacak, kabul edelim olsun bitsin” denecek bir mesele değildir.

AB üyesi olmak için çabalayan Türkiye’nin önüne çıkarılan siyasal nitelikli engellerden yalnızca birisi olan Ermeni sorunu, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin yeni politikalar üretmek zorunda kalacağı bir sorun olarak yerini korumaktadır. Maalesef ülkemizde bu mesele ile ilgili sistemli bir politika belirlenmediğini müşahede etmekteyiz. İddiaları sert bir biçimde eleştiren devlet temsilcilerimiz, anma törenlerinde; “20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz” tarzında ifadeler kullanırken, zulme uğrayan ve vahşice katledilen Müslümanlardan bahsetmemekteler.

Yapılması gereken, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde, sistemli bir politika belirlenmesi ve zihinlerde milletimiz aleyhine oluşturulmaya çalışılan olumsuz algının giderilerek, gerçeklerin dünya kamuoyuna ulaştırılmasıdır.

_______________________________________

DİPNOTLAR

[1] Şener, Nedim, “Başkasının Bayrağıyla Bağımsızlık”, http://m.posta.com.tr/baskasinin-bayragiyla-bagimsizlik-nedim-sener-yazisi-1336477

[2] Bahadır Bumin Özarslan, Hacettepe HFD, 4(1) 2014,  sf. 194

[3] Sözleş- menin özgün hâlinin tam metni için bkz. BM Resmî İnternet Sayfası, http://daccess-dds-ny.un.org/doc/RESOLUTION/GEN/NR0/044/31/IMG/NR004431.pdf? OpenElement, (Erişim Tarihi: 04.01.2014). Sözleşmenin Türkçe metni için bkz. 29.03.1950 tarihli ve 7469 sayılı Resmî Gazete; Aslan GÜNDÜZ, Milletlerarası Hukuk Temel Belgeler-Örnek Kararlar, İstanbul, Beta Basım Yayım Dağıtım, 2003, s. 325-327.

[4] Bahadır Bumin Özarslan, Hacettepe HFD, 4(1) 2014, 187–214, sf.195

[5] Tolga Başak, Yeni Türkiye, 60/2014 sf.1

[6] Justin McCarthy ve Carolyn McCarthy, Türkler ve Ermeniler, sf.75

[7] Yusuf Halaçoğlu’dan Naklen, Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, İstanbul 1976, sf.430

[8] Yusuf Halaçoğlu’dan Naklen, Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, Ankara 1983, sf. 126-132

[9] Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivleri Daire Başkanlığı, Yayın Nu:48, Ermeni Komiteleri 1815-1895, Ankara 2001, Sf.9

[10] Justin McCarthy ve Carolyn McCarthy, Türkler ve Ermeniler, sf.73

[11]Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, Bin Yıllık Komşumuz Ermeniler Bir Asırlık Mesele Demokratikleşme Sürecinde Yeni Yaklaşımlar 1915-2015, sf.15

[12] Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, Bin Yıllık Komşumuz Ermeniler Bir Asırlık Mesele Demokratikleşme Sürecinde Yeni Yaklaşımlar 1914-2015, sf.17

[13] BOA. DH. ŞFR, nr. 55/42

[14] BOA. DH. ŞFR, nr. 56/27

[15] BOA. DH. ŞFR, nr.63/142

[16] BOA. DH. ŞFR, nr. 95/85

[17] https://atauni.edu.tr/yer-degistirme-sevk-ve-iskan-kanunu

[18] http://1905.az/tr/ermeni-belgeleriyle-soykirim-yalani-ovanes-kacaznuninin-itiraflari/

[19] http://www.turkmeclisi.org/?Sayfa=Temel-Bilgiler&Git=Bilgi-Goster&Baslik=ermenistan-basbakani-kacaznuni-nin-itiraflari&Bil=372

[20] Ovanes Kaçaznuni, Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir Şey Yok(1923 Parti Konferansına Rapor), İstanbul Ticaret Odası, 2008, sf. 10-11

[21] http://www.ensonhaber.com/murat-bardakci-ermeni-tasarisi-kabul-edilse-ne-olur-2016-06-03.html

Ermeniler ve Ermeni Meselesine Tarihsel Yaklaşım: Türk Diplomasisinin Ermeni Sınavı (1915)

Ermeniler kimdir? Ermeni meselesi nedir? Sözde Ermeni soykırımı kaç yılında olmuştur? Ermeni meselesinin sebepleri nelerdir? Ermenistan’ın adı nereden gelmektedir? Osmanlı devleti ve Ermeniler ile ilgili makalemizde, bilmediklerinizi öğreneceksiniz.

Ermeniler ve Ermeni Meselesi

Ermeni Meselesi diye isimlendirilen problem, aslında Osmanlı Devleti’ne karşı Ermeni isyanlarıyla beraber ortaya çıkmış bir problemdir. 19.yy. ikinci yarısında vuku bulan bu olaylar farklı safhalardan geçip Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışıyla son bulup, böylece tarihe mal olmuştur.  Ermeni meselesinin ortaya çıkış sebeplerinin, Osmanlı Devleti toprakları üzerinde yaşayan Ermenilerin sosyal, kültürel, ekonomik, idari ve kültürel statülerinden kaynaklanmadığı; bu meselenin özünde, yapay olarak üretilmiş ve “Şark Meselesi” adıyla bilinen uluslararası bir emperyalist stratejinin yattığı bilinmelidir.

      Ermenistan-Ermeni Adı

‘Ermenistan’ adı, tarihte ilk defa, M.Ö. 518 tarihinde Pers Kralı I. Darius (M.Ö. 521-485) tarafından hakkedilen Behistun yazıtında ‘Harminiye, Harminiyap, Armina ve Arminiya’ adıyla geçmektedir. Artaksias Krallığı zamanında, Ârâmice “Yukarı / Yüksek / Dağlık Bölge” anlamına gelen ‘Ermenistan / Armenia’ adı, Muş ve Ahlat bölgeleri için kullanılan coğrafî bir terimdi. Farsça’ya Armenia olarak geçmiştir. Orijinal bir kavim ismi olduğunu söylemek güçtür. Ancak bunu reddeden uzmanlar da vardır. Kendilerine ‘Hay’ diyen bu topluluk “Hayk / Haik” adlı bir atadan geldikleri efsanesini yaşatır. Ermeniler, oturdukları yerlere Hayastan (Hay-istan=Ermeni Ülkesi) adını vermişlerdir. Bugünkü Erzurum’un batısından Erivan’ın doğusuna kadar uzanan yerlerdir. M.S. IV. asrın başında girdikleri Hıristiyanlık ile kurdukları Gregoryen Kilisesi, onların millî temelini oluşturmuştur. M.S. VI. yüzyılda, 536’dan sonra Bizanslılar ele geçirdikleri Ermenistan/Armenia bölgelerini 4’e ayırmışlardır.

Sınırları esneklik gösteren ve yüzyıllar boyunca birçok devletin işgal ve istilâsına uğramış bir geçit ve çarpışma sahası olan bu bölgelerde hiçbir zaman devamlı ve millî bir Ermenistan devleti var olmamıştır. Küçük küçük prenslikler, civardaki büyük devletlere tâbi olarak, belirli bölgelere hükmetmişlerdir. Ermeniler için vatan, prenslikleri olmuştur. Bu sebeple Ermenileri bir arada yaşatan unsur, bir milleti belirtmek için tek başına asla yeterli olmayan ananeler, dil ve din olmuştur.

   Osmanlı Devleti ve Ermeniler

Ermenilerin menşei tam ve kesin olarak karara bağlanamamış, Ermenilerin menşei muhtelif rivayet ve mitolojik hikayelerden ibaret kalmıştır. Buna göre birinci görüş Ermeniler Frigyalılarla birlikte Trakya’dan Anadolu’ya geldikleri yönündedir. Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan, 1071 yılında Malazgirt Zaferi’ni kazandıktan sonra Anadolu’yu bir Türk yurdu haline getirmiş, burada yaşayan Ermeniler de Türk idaresine girmişlerdir. Bu dönemde Doğu Anadolu’da herhangi bir Ermeni siyasi teşekkülü yoktu. Bizans Kilisesinin diğer kiliseler üzerinde yoğun bir baskısı vardı ve Ermeniler bundan son derece rahatsızdı. Büyük Selçuklu Devleti ise, hiçbir zaman Ermenilerin dinî inanç ve faaliyetlerine müdahale etmemiştir. Bu yüzden Ermeniler Türkler’i Bizans’a karşı kurtarıcı olarak addetmişlerdir. Fatih Sultan Mehmed zamanında, imparatorluk politikası gereği  patriklik kurulmuştur. Bu siyasetle birlikte büyük kiliseler Rum Patrikhanesi yoluyla yönetilmiştir. Yerel kiliseler ise Ermenilerce yönetilmiştir Doğunun en eski kilisesi olan Eçmiyazin Kilisesi en kutsal kiliseleridir.          Ermenilerin sadık olması, Fatih’in bu politikasından kaynaklanmaktadır. Tarih arşivi sizlere Ermeni meselesini aktarıyor.

Osmanlı Devleti’nde gayrimüslim topluluklar arasında Ermenilerin istisnai niteliklerde bir yeri vardı. Coğrafi dağılım ve kilise birlikteliğinden yoksun olanlar yüzünden, Türk kültürüne çok iyi uyum sağlamışlardı. Ermenilerin büyük bir kısmı yalnız Türk dilini konuşuyorlardı ve Türk gelenek ve yaşayışını benimsemişti. Bu yüzden Avrupa kamuoyunda yalnız Türkçe konuşan bu Ermeniler Hıristiyan Türkler olarak telakki ediliyordu. Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu’nun en rahat toplumunu oluşturuyorlardı. Doğu Anadolu’da yaşayan Ermeniler tarım, bölgesel endüstri ve küçük ticaretle uğraşıyorlardı. Büyük şehirlerde müteahhitlik, bankerlik, kuyumculukla uğraşıyorlardı. Genel olarak dış ticaret Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermenilerince yürütülürdü. İmparatorluk idaresine bazen de en yüksek rütbelere layık görülmüşlerdi. II. Mahmut zamanında devletin tam güvenini kazanmış memurlara verilen sancak taşıma görevini onlara da vermişti. Sultan Abdülmecid’in hükümranlığı altında bulunan bir çok Ermeni’ye imparatorluk sarayının görevleri verilmişti.

I.Dünya Savaşı’ndan sonra General Harbord’un ekibi Doğu Anadolu’da ve Rusya’da Ermenilerin durumunu öğrenmek için görevlendirilmişti. Amerikan Senatosu’na sunulan raporunda Türk ve Ermenilerin her zaman birlikte ve barış içinde yaşadığını açıklamıştı. Şunu eklemişti: “Erzurum’da Türkler Hac için Mekke’ye gittiklerinde mal-mülklerini, ticarethanelerini güvendikleri Ermeni komşularına bırakırlardı. Ermeniler de iş seyahatlerine çıktıklarında aynı şekilde davranırlardı.”

Ermeni Meselesinin Doğuşu

Ermeni Meselesi, dünya kamuoyuna kasıtlı olarak daima Türk-Ermeni meselesi olarak  yansıtılmıştır. Böylece Ermeni meselesinin ortaya çıkmasında birinci derecede  rol oynayan sebepler gözden kaçırılmak istenmiştir. Nitekim, konu daima tek taraflı ve dar bir açıdan mütalâa edilerek, Avrupalı devletlerin Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmaları, dünya kamuoyu nazarında tasvip edilebilir bir hareket şekline sokulmuştur. Oysa, Ermeni Meselesi, bir Türk-Ermeni meselesi değildir. Bu hadisenin birçok sebepleri vardır ve bu sebeplerin arkasında da başta İngiltere, Rusya, Fransa, Amerika gibi devletler mevcuttur.

Osmanlı tarihi, altı yüzyılı aşar ve Osmanlı devleti, kurulduğu günden beri topraklarında bir Ermeni azınlığı barındırmıştır. Ama bu azınlık ancak geçen yüzyılın son çeyreğinde politika gündemine getirildi. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşından sonra, yabancı devletler Osmanlı Ermenilerine resmen el attılar. Ondan sonradır ki, Osmanlı ülkesinde ciddi Ermeni kıpırdanışlar ve silahlı ayaklanmalar görüldü. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı öncesine kadar bir Ermeni meselesi yoktur. Bu savaş Türk-Ermeni ilişkilerinde dönüm noktasıdır. Ermeni konusunun geçtiği ilk Osmanlı belgesi 1878 Berlin Antlaşması’dır. Ermeni Meselesi, Rusya’nın, bazı Türk şehirlerini işgal ettikten sonra, buradaki Ermenileri kendi emellerine alet ederek, bağımsızlık amacıyla Bâb-ı Âli’ye karşı kışkırtması ile başlamıştır. Ayastefanos Antlaşmasının 16. maddesi ve Berlin Antlaşmasının 61. maddesine, Ermenilerin bulunduğu yerlerde ıslahat yapılmasına dair hükümler konulmuştur. Bundan sonra da bu hükümlere dayanılarak, büyük devletlerin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahalelerde bulunmasıyla Ermeni meselesi milletlerarası bir boyut kazanmıştır.

Osmanlı Devleti’ni parçalamak, onun toprakları üzerinde kendilerine bağımlı, minnettarlık hisleriyle bağlı devletçikler kurdurmak amacıyla bizim irademizin dışında tezgâhlanan, sahneye konulan, bugün de Türk milletini ve tarihini mahkûm etmek için gündemde tutulan Ermeni meselesinin baş aktörü Şark Meselesi ve emperyalizmdir.

Siyasî tarih terminolojisinde yer almış olan Şark Meselesi tabiri, Osmanlı Devleti’nin Batılı Devletler tarafından parçalanmaya çalışılmasını ifade etmektedir. Şark Meselesi, Türklerin Anadolu coğrafyasını Türkiye haline getirmeye başladıkları tarihlerde ortaya çıkmış, 1815 Viyana Konferansı’nda da yine bizzat Batılılar tarafından ismi konulmuştur. İsminden anlaşıldığı gibi, Şark Meselesi Türk Milletinin meselesi değildir. Türk Milletine ve devletlerine karşı Batılılar ve son yüzyıllarda da Rusya tarafından takip edilen, temelinde Batı emperyalizminin, Türk düşmanlığının yattığı politikasının ismidir.

     Emperyalizm, bir devletin diğer bir devlet üzerinde, ister maddî, ister manevî bir kontrol, nüfûz kurması veya bir üstünlük sağlaması demektir. Türkiye’nin jeopolitiğini iyi bilen emperyalist devletler, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, bölgedeki siyasî menfaatleri için parçala ve hükmet düstûru ile, genellikle Batı tarafından Doğu’ya empoze edilen bir doktrin olarak tarif edilen Oryantalizm ve bu yoldaki kuruluşlar sâyesinde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeni, Kürt, Kafkasyalı gibi toplumların koruyucusu olarak ortaya çıkıp, bunlar hakkında plânlar, projeler hazırlıyorlar, Şark politikalarını düzenliyorlardı.

  Emperyal Devletlerin Rolü

XIX. yüzyılın başlarından itibaren Batılı Devletlerin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmak ve buradaki kendi çıkarlarını korumak için tercih ettikleri usullerin başında, Osmanlı yönetimi altında yaşayan Hıristiyan unsurlar namına talep ettikleri ıslahat hareketleri gelmekteydi.

İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne ve Ermenilere ilgi duyması, Rusya’nın İngiliz çıkarlarını tehdit ederek güneye sarkması ile alakalıdır. Buna engel olmak için İngiltere yaklaşık yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti’ni Rusya’ya karşı desteklemiştir. Tek başına karşı koyamayacağını anladıktan sonra ise Ermeni meselesini fiilen kabul etmiş ve bu yolda adımlar atmıştır. Bağımsız bir Ermenistan’ı, Rusya’yı zor durumda bırakacağını düşünerek desteklemiştir. İngiltere, Ermeni Meselesine müdahale etmekle hem Rusya’nın elinden önemli bir kozu almış, hem de Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışabilmek için yeni ve önemli bir bahane bulmuş olacaktı. Çünkü, Ermenilerle ilk ilgilenen ve onları kendi çıkarları için ilk kullanan devlet Çarlık Rusyası olmuştur. Ayrıca Rusya, Doğu Anadolu’da Ermenileri kullanarak sıcak denizlere inmeye çalışmaktadır. İşte Rusya’nın bu amaçları karşısında tedirginliğe düşen İngiltere, Rusya’nın elinden bu kozu almak için Ermeni Meselesinde yerini almıştır. Böylece iki emperyalist devletin nüfuz mücadelesi neticesinde Ermeni Meselesi ortaya çıkmaya başlamıştır.

Rusya, bir taraftan bulunduğu coğrafyada topraklarını genişletirken, diğer taraftan Boğazlar, Doğu Anadolu ve Balkanlar yoluyla sıcak denizlere inmeye çalışmıştır. Ermeni Meselesi bu politikanın bir parçasıdır. Daha doğrusu, Rusya, Ermeni Meselesini bu politikasının önemli bir kısmını hayata geçirebilmek için kullanmayı plânlamıştır. Gerek l774 Küçük Kaynarca Antlaşması, gerekse l829 Edirne Antlaşması ile Osmanlı ülkesindeki Ortodoks Hıristiyanlar üzerinde söz sahibi olan Rusya hem bu yolla, hem de savaşlarda Ermeniler üzerinde propaganda uygulayarak bu meselenin çıkmasını sağlamaya çalışmıştır. Rusya’nın bu tahrik ve tesirleri 93 Harbi ile iyice artmıştır. Ayastefanos Antlaşması’nın l6.maddesi ve Berlin Antlaşmasının 61. Maddesine Ermenilerle ilgili hükümler konulmuş, daha sonra bu maddelere dayanarak büyük devletler Osmanlı’nın iç işlerine karışmaya başlamış ve mesele uluslararası boyuta ulaşmıştır.

Ermeni Meselesinin çıkmasında ve Ermeni olaylarında Rusya veya İngiltere kadar olmasa da Fransa’nın rolü de vardır. Ermeniler üzerindeki tahrikler bu üç devlet arasında bir rekabete dönüşmüştür. Fransa, diğer Avrupalı devletler ve Amerika ile beraber misyonerlik faaliyetleriyle Ermeni Meselesinde rol oynamıştır. Doğu’daki Ermenilerin hayatını ve siyasetini asıl etkileyen akım, Amerika misyoner faaliyetidir. Bu misyonerler, yeni militan bir grubun doğuşunu hazırlamışlardır.

Ermeni Komiteleri

Ermeniler sırasıyla, Anadolu’da “Kara Haç”, “ Armenakan” ve “Vatan Koruyucuları”, Cenevre’de “Hınçak”, Tiflis’te “Taşnak” komitelerini kurmuştur. İddia ve amaçları Doğu Anadolu’da yaşayan Ermenilerin birlik ve bağımsızlığına kavuşmasından ibaretti. Ermeniler arasında milliyetçiliği yaymak, onları silahlandırmak, Osmanlı İmparatorluğu’nda çete savaşlarını teşvir ederek krizler yaratmak, büyük güçleri müdahale için kışkırtmak şeklinde bir sisteme sahiplerdi. Hınçak Komitesi, Kafkasyalı Ermenilerden Avedis Nazarbek ve eşi tarafından 1887’de kurulmuş olup, amacı önce Türkiye Ermenistan’ını kurarak, daha sonra Rusya ve İran Ermenistan’ı ile birleşip bağımsız bir Ermenistan kurmaktı. 1890’da Kafkasya’da kurulan Taşnak Komitesinin amacı diğer Ermeni cemiyetlerini birleştirmek ve Türkiye’ye geçen çetelere yardım etmekti. Bir de Ermeni ihtilâl hareketlerini yöneten Hınçak İhtilâl Partisi vardı.

ermeniler ve ermeni meselesi
ermeniler ve ermeni meselesi

Tehcire Kadar Ermeni Olayları

  • Erzurum Ayaklanması (20 Haziran 1890)
  • Kumkapı Gösterisi (15 Temmuz 1890)
  • Merzifon, Kayseri ve Yozgat hadiseleri (6 Ocak 1893)
  • Birinci Sason Ayaklanması (28 Ağustos 1894)
  • Bâbıâli Gösterisi (28 Eylül 1895)
  • Van Ayaklanması (3 Haziran 1896)
  • Osmanlı Bankası’na saldırı (25 Ağustos 1896)
  1. Abdülhamid döneminde yaklaşık 38 tane Ermeni olayı yaşanmıştır. İsyanlar sırasında, 1914’te Zeytun’da 100, 1915 Van olaylarında 3000 ve 1914-1915 Muş olaylarında 20 bin Türk, Ermeni mezalimi sonucu hayatlarını kaybetmiştir. Ermeni isyan ve katliamları sırasında katledilen Türklerin sayısı belgelere göre 517.955’tir. Olay tarihi ve yeri belli olup da sayı tesbiti yapılamayanlarla birlikte bu rakam 2 milyona ulaşmaktadır.

Ermeni Kilisesi

Başından sonuna kadar ki Ermeni olayları incelendiği zaman bunların plânlayıcısı ve idaresinin Ermeni din adamları olduğu görülmektedir. İsyanların merkezi olarak daima karşımıza Ermeni Patrikhânesi ve kiliseleri çıkacaktır. Ermeni din adamları, Osmanlı Devleti’nin kendilerine sağladığı imkânlardan faydalanarak millî hislerin yayılması için çalışmışlar ve dinî konuları ikinci plâna bırakarak faaliyet göstermişlerdir. Manastırlarda, kiliselerde, okullarda yürüttükleri faaliyetlerle zamanla düşmanlık tohumlarını yeşertmişlerdir“Ermeni Milleti Nizamnâmesi”nin 1863 yılında ilânından sonra Patrikler, daha çok milli ve siyasî cephelerde çalışmaya başlamışlardı. Ermeniler, devlet tarafından kendilerine verilen haklara dayanarak, imparatorluk içinde bir “Ruhânî Liderler Ağı” kurma faaliyetine girişmişlerdir. Bu nizamnâme, muhtâriyet için Ermenilerce bir adım olarak kabul edilmiştir. Ermeni Patrikhanesi ve kiliseleri Millî Mücadele döneminde de ihanetlerine devam etmişlerdir. Ermeni Patrikhanesinde Millî Mücadele aleyhtarı toplantılar tertip edilmiştir.

     1915 Olayları

Rus ve İngiliz kışkırtmaları sonucunda meydana gelen isyan ve katliamlar karşısında Osmanlı Hükümeti, Ermeni cemaatinin ileri gelenlerini uyarmakla yetindi. Ancak olaylar durmak yerine giderek yoğunlaşınca, ordunun bir çok cephede savaş hâlinde bulunması nedeniyle cephe gerisinin emniyete alınması ihtiyacı doğdu. Bu maksatla 24 Nisan 1915 tarihinde Ermeni komiteleri kapatılarak, yöneticilerden 2345 kişi devlet aleyhine faaliyette bulunmaktan tutuklandı. Diaspora Ermenilerinin her yıl bu tarihi sözde “Ermeni soykırımının yıldönümü” diye anmaktadır. Gördüğümüz gibi bu tarih, sözde soykırım şöyle dursun, bu iddiaların temeli olan “yer değiştirme” uygulamasıyla bile ilgili değildir.

27 Mayıs 1915 tarihli kanun ve 10 Haziran 1915 tarihli emir yazılarından da anlaşılacağı gibi, Talat Paşa’nın başlattığı ve meclisin de uygun gördüğü yer değiştirme uygulaması doğrudan doğruya cephelerin güvenini sarsacak bölgeleri kapsamaktadır.

Tehcir

Osmanlı İmparatorluğu’nun ı. Dünya Savaşı’na girdiği zaman Ermeni Komiteleri Rusların yanında yerleri alma kararlarını çoktan almışlardı. Oysaki o yıllarda, Osmanlı Hükümeti’nin Ermenileri sürgün etme fikrini taşımıyordu. 1915 Ermeni Tehciri, ihtimâl dahilindeki bir isyana karşı düşünülmüş bir tedbir değildir. 1915’teki zorunlu göç kararı, fiilen ortaya çıkan isyan ve düşman orduyla işbirliğine karşı alınan ve günün şartları içinde kaçınılmaz olan bir karardır. Öncelikle Van, Bitlis ve Erzurum bölgelerinde bulunan Ermenilerin savaş bölgesi dışına çıkarılması konusunu ele alan Talat Paşa, 9 Mayıs 1915’te bu illerin valilerini, gönderdiği şifreli emirlerle bilgilendirdi. Ermenilerin güneye doğru göç ettirilmesinin kararlaştırıldığını ve derhâl uygulanması için gereken yardımın yapılmasını bildirdi. Yer değiştirmeye tâbi tutulan Ermenilerin can ve mallarının korunması, yeme-içme ve dinlenmelerinin sağlanması sevk güzergâhında bulunan bölgesel yöneticilere bırakıldı. 27 Mayıs 1915 tarihli Yer Değiştirme Kanunu ve bu kanuna dayanılarak çıkarılan emirler çerçevesinde; Erzurum, Van ve Bitlis vilayetlerinden çıkarılan Ermeniler, Musul’un Halep, Maraş civarından çıkarılan Ermeniler ise Suriye’nin doğu kısmı ile Halep’in doğu ve güneydoğusuna nakledilmişlerdir. Bu arada, Ermenilerin sıkça dile getirdiği gibi 1.5 milyon Ermeni ölmemiştir. I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenilerin nüfusu en fazla 1.250.000 civarındadır. 9 Haziran 1915’ten 8 Şubat 1916 tarihleri arasında toplam 391.040 kişi tehcire tâbi tutulmuş, bunlardan 356.084’ü yerleşim bölgelerine ulaşmıştır. Yani Ermenilerin yer değiştirme uygulaması sırasında verdiği kayıplar, 35.000 kişi civarındadır.

Kafilelerin göç ettirildikleri güzergahlar mümkün olduğunca kendilerine yakın yollardan seçilmiştir. Bununla birlikte, yolların çok kalabalık olması, sancaklarda düzenin bozulması ihtimalinin belirmesi durumlarında, bu güzergahların dışına da çıkılmıştır. Güzergah seçiminde, kafilelerin güvenlik ve korunmalarının sağlanması düşüncesi de önemli rol oynamıştır. Ermeni yazarlar bu olayların Ermeni halkının kökünü kazıma olduğunu düşünmektedir. Bu itham yersiz ve temelsizdir. Gerçekten de yollarda Ermeniler kayıplar verdiler. Fakat bunun sebepleri vardı: Bazı yörelerde Ermenilerin silahlı direnişi, hastalıklar, eşkıya hareketleri, iletişim araçlarının yetersizliği ve ülkenin bir kısmının yabancı işgaller altında bulunması gibi. Ayrıca kimsenin görmek istemediği bir gerçek daha vardır, o da ölen Türklerin sayısıdır. Justin Mc Carthy bu konuda şunları belirtmektedir :” Ölü Ermeni sayısı ele alınırken ölen Müslüman sayısını da göz önüne almalıyız. İstatistikler çoğunun Türk olduğu 2.5 milyon Müslümanın da olduğunu söylemektedir.”

ERMENİ MESELESİNİN BUGÜNÜ VE TÜRK DİPLOMASİSİNE ÖNERİLER

Bugün Ermeni meselesi tarihe mâl olmuştur. Türkler ve Ermeniler asırlarca, barışla birlikte yaşamıştır ve emperyalistlerin kışkırtmaları, temelsiz iddialarıyla Türklere karşı düşman hâle gelmişlerdir. Türkler ve Ermeniler bu kışkırtmalar yüzünden meydana gelen ölümleri her zaman hatırlayacaklardır. Bu mesele iki tarafa da tamiri mümkün olmayan zararlar vermiştir. Emperyal devletlerin menfaatlerine hizmet eden bir strateji olmaktan öteye geçmemiştir. Günümüzde Ermeni çevreleri ve maalesef Türkiye’deki bazı aydınlar, soykırım iddialarını, tarihten gerekli ibreti alamadıkları için sürdürmekte ve bunda kararlı görünmektedir. Türk milletine kabul ettirilmeye çalışılan Ermeni katliamı ile ilgili söylenen hiçbir görüşün ve iddianın ciddiyetle ve doğrulukla zerre kadar alâkası yoktur. Bu iddiaların sahipleri, yaklaşık dokuz yüz küsur bir arada yaşamayı başarmış iki toplumun nasıl olup da bir anda böyle bir olayı gerçekleştirdiğini de kanıtlamak zorundadır, ki bu da mümkün değildir. O hâlde bu insanlar iftiracı durumuna düşmektedir. Bu da bir insanın alabileceği en alçak hâllerden biridir.

Bugün Ermeniler, tarih ilminin gerekleri üzerinden değil de, lobi gücü üzerinden birtakım yalan yanlış iddialar uydurmaya çalışmaktadırlar. Oysa ki bu çok yanlıştır. Ermenistan Devleti, tarihe at gözlükleri ile bakmakta ve Ermeni vatandaşlarını da bu bakış açısı üzerinden olumsuz etkilemektedir. Örneğin, Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Serkisyan, katıldığı bir söyleşide gençlerin sorularını yanıtlarken, “Karabağ’ı biz aldık, Ağrı’yı da size bıraktık.” demiştir.  Buradan da şu sonuca varabiliriz ki Ermeniler, hâlâ geçmişteki davalarını gütmektedir. Bununla beraber, Ermeniler, meseleyi çözmek yerine, daha da içinden çıkılmaz bir hâle getirmek istemektedirler. Örneğin, Yusuf Halaçoğlu, Türk Tarih Kurumu Başkanı olduğu zamanlar, Ermenistan’a, bir tane toplu Ermeni mezarlığı gösterin, Boston’daki Ermeni arşivlerini açın, masrafları da benden, demiştir. Fakat buna cevap vermemişlerdir. Ayrıca

Ermenilerin, geçmişte olduğu gibi bugün de Rusya’dan bağımsız bir politika izlemeleri mümkün değildir. Çünkü hâlâ onların kuklası konumundadır.

Ermeni meselesi, kanaatimizce; sloganla, sâfî kin beslemekle halledilecek bir mesele değildir. Dağ gibi büyüyüp gittikçe karmaşıklaşmış bir mesele olup, bunu öncelikle bu olayların meydana geldiği coğrafyanın insanları, yani Türkler ve Ermeniler aralarında halletmelidir. Bu konular günümüzde sürekli gündeme gelmekte ve iki tarafın da insanlarını huzursuz etmektedir. Evet, tehcir bir zorunluluktu, o dönemde yapabileceğimiz tek çareydi, fakat hata değildi. Bu sebeple Türkiye Cumhuriyeti Devleti bunu bir hata addedip kimseden özür dilemek zorunda değildir.

Türk Hükümeti, bizzat Ermenistan Cumhuriyeti ile, Ermeni tarih kurumları ile birebir temasa geçmelidir. Hükümetimiz, Ermeni medeniyetini, dilini, kültürünü, dinini araştıran uzmanlar, Armenialoglar yetiştirmelidir. Ve onlar vasıtasıyla zikrettiğimiz münasebet kurulmalıdır. Böylelikle karşı tarafın bizi daha ciddiye almasını sağlamış olup, meselelerin konuşularak çözüme kavuşturulması yolunda oldukça önemli bir yol izlenmiş olunur.

Ermeniler ve Ermeni Meselesi, tarihimizin çok önemli bir kısmını oluşturur. Gerekli ehemmiyetin gösterilmesi, sözde soykırım iddialarının her fırsatta kanıtları ile reddedilmesi, kimseye özür borçlu olmadığımızın dile getirilmesi gereklidir. Taziyede bulunulup, acılara ortak olunup anlayış gösterilebilir. Fakat asla hata olarak görülüp suçlu hissedilmemelidir.

     KAYNAKÇA

İlter, ERDAL, Türkiye’de Sosyalist Ermeniler ve Silahlanma Faaliyetleri (1890-1923),Turan Yayıncılık, İstanbul 1995.

McCharty, JUSTIN, Osmanlı Anadolu Topraklarındaki Müslüman ve Azınlık Nüfus, Türkçe trc. İhsan Gürsoy, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Yayınları, Ankara 1995.

İlter, ERDAL, Ermeni Meselesinin Perspektifi ve Zeytûn İsyanları (1780-1880), Ankara 1988

Sarınay, YUSUF, “Türk Arşivleri ve Ermeni Meselesi” Belleten, Nisan 2006, Cilt: LXX, Sayı 257, s. 289–310.

TOSUN, Ramazan. “Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı ve Mahiyeti”. Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi (2003 ): 143-163

İlter, ERDAL, Ermenistan Adı, Ermeniler’in Menşei ve Bazı Ermeni İddiaları Üzerine, ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 6, Yaz 2002

Karal, ENVER ZİYA, La Question Arrnenienne (1878-1923), çev Arş.gör. Erdal AYDOGAN

Şimşir, BİLAL, İngiliz belgelerinde Osmanlı Ermenileri,1856-1880.

Ermeni Meselesi Ve Dünden Bugüne Ermeni Terörü

Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkısı ve Etkili Olan Faktörler
Dünya siyasi edebiyatında on sekizinci asırdan itibaren sık sık kullanılmaya başlanan “şark meselesi” tabiri, kısaca söylemek gerekirse, Osmanlı Devleti’nin bölünmesi manasına gelir. Osmanlı Devleti’nin kuvvetli zamanlarında Dünya’da bir şark meselesi söz konusu değildir. Osmanlı Devleti sınırları içinde birçok din ve ırktan milyonlarca insan, adaletli bir devletin himayesinde olmaktan memnun ve çok iyi şartlar altında yaşıyorlardı. Avrupa devletleri Osmanlı Devleti’ni kendileri için tehlike görmekle beraber, kendilerinden kuvvetli ve üstün olduğunu düşündükleri için sessizlik içindeydiler. Bu durum Osmanlı Devleti’nin zayıflaması ve eski ihtişamını yitirmesine kadar devam etmiştir. Şark meselesi bu zayıflamadan sonra ortaya çıkmıştır. Bunu ortaya çıkaran ülkelerin başında Çarlık Rusya’sı vardır ve Ermeni meselesi, şark meselesinin devamı ve son problemidir. Hemen hemen bütün tarihçiler (1877-1878) Ermeni Meselesinin Osmanlı – Rus Harbi (93 Harbi) ile ortaya çıktığında birleşmektedir. 93 Harbi’nden önce Ermenilerin kıpırdanmaları başlamıştır fakat bu kıpırdanmaların kaynaklandığı yerlerde ise dış güçlerin faaliyette bulunduğu görülür.
Şark meselesi, Osmanlı topraklarının taksiminden başka, haçlı zihniyetinin yeniden ortaya çıkmasının bir başka şeklidir. Osmanlı Devleti’nin parçalandığını görmek, Orhan Gazi zamanında Avrupa topraklarına ayak basan Türkleri Avrupa’dan atmak, Hristiyan aleminin vazgeçilmez tutkusu olmuştur. Önceleri dini bir görünüme sahip olan şark meselesi, yavaş yavaş iktisadi bir içerik kazanmaya başlayarak geniş ve değerli Osmanlı topraklarının pay edilmesi haline gelmiştir. Sanayide oldukça ileri giden Avrupa Devletleri için Osmanlı topraklarını ele geçirmek pazar bakımından da oldukça önemli bir konu haline gelmiştir.
Fransız Devrimi’nin bütün dünyaya yaydığı milliyetçilik fikirleri, Osmanlı Devleti’nin idaresinde bulunan azınlıkların ayaklanmalarına yol açmıştır. Osmanlı Devleti’ni zayıflatmak için özellikle Çarlık Rusya’sı, Sırplar ve Yunanlılar gibi etnik grupların ele başı durumuna gelmişti. Rusların asıl amacı sıcak denizlere inmek ve boğazları ele geçirmekti. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın hatası, Rusların amaçlarına ulaşmak için telaşı, Hristiyan ve Avrupa Devletlerinin de telaşlanmasına sebep olmuştur. Çünkü devletler, güç dengesinin, coğrafi konumu dolayısıyla çok önemli olan Türk topraklarının, Rusların ele geçirmesi halinde bozulabileceğini hesaplayarak bu durumdan endişe duymaları ve ona karşı birleşmelerine neden olmuştur. Rusya, zayıf duruma düşen Osmanlı Devleti’nin bu durumundan yararlanmak isterken, ortaya Avrupa devletleri de çıkmaya başlayınca çareyi taktik değiştirmekte bulmuştur. Amacına ulaşmak için yeni bir yol aramaya başlayan Rusya Ermenileri, kendi çıkarları için kullanarak, Doğu Anadolu’da bir Ermenistan kurulmasını sağlayacak çalışmalarını başlatmışlar, çeşitli yardım ve tahriklerle Ermenileri kışkırtmışlardır. Amacı, sıcak denizlere İskenderun Körfezi üzerinden çıkmaya çalışmak olan Rusya, böylece, Boğazlar projesinin uygulanmasını geriye bırakmış, Ermenileri kendi karanlık emelleri için maşa gibi kullanmaya başlamıştır. Ermenilerin istiklal isteği ile ayaklanmaları, Rus tahrik ve teşvikinin doğurduğu bir olaylar silsilesidir. Nitekim Ermeni hareketlerinin başlaması, geçmişten günümüze Türk topraklarını kendi himayelerinde görmek isteyen Avrupa Devletlerinin de harekete geçmelerine neden olmuştur.
Fransa işi Lübnan’dan başlatmıştır. 1860 yılında Lübnan’da Dürzi İsyanını çıkartarak buraya muhtariyet verilmesini sağlamıştır. Lübnan’ın Fransa’nın kontrolüne geçmesi için bu ilk basamaktı. Bu aşamayı başarı ile tamamlayan Fransa, daha sonra Zeytunlu Ermenilerini de isyana teşvik etmiştir. Ancak bu kez başarılı olamayan Fransa’nın bu hamlesini, Osmanlı Devleti, kendi iç gücü ile engellemiştir. Fransa, İtaya ve İngiltere gibi Avrupa devletlerinin Haçlı zihniyetini İngiliz Başbakanı Gladstonenun şu sözleri ile doğrulanmaktadır: İnsanlığın dev bir insanlık dışı örneğidir. Türk hükümeti hiçbir hükümetin işlemediği kadar günah işlemiş, hiçbir hükümet onun kadar günahkârlığa saplanmamış, hiçbiri onun kadar değişime kapalı olmamıştır. Anlaşılıyor ki, birçok devletin ilk amacı, Türkleri Avrupa’dan atmaktı. İngiltere de çıkarları öyle gerektirdiği için Ermenileri istismar etmiştir. İngiltere’nin asıl hedefi İstanbul ve Boğazlar olmasına karşın, Süveyş Kanalı’nın açılmasından sonra şarkta gerçekleşen en önemli olay Mısır’ın İngiltere tarafından işgalidir. Çünkü Süveyş Hindistan yolunun en önemli noktasında yer almaktaydı. Bundan sonra Şarkta Fransız-İngiliz menfaat çatışmaları görülür. Sultan II. Abdülhamid Han, şarktaki çatışma ortamını sezinleyerek Hicaz Demiryolu taviziyle Almanları, İngiliz ve Fransızların karşısına çıkarmış, Almanların Osman Devleti’nin yanında yer almalarını sağlamıştı.

Ruslar 1867 yılında Osmanlı Devleti’ne bir muhtıra vererek, Hristiyan tebaanın Müslümanların menfaatlerinden ayrı tutulmamasını istemiş, dönemin padişahı Sultan Abdülâziz, Rus tehlikesini sezmiş ve orduları güçlendirmeye çalışmıştır. Donanmanın güçlenmesi için çalışmış, zamanında dünyanın ikinci büyük donanmasına sahip olmuştur. Fakat birkaç devlet adamı tarafından intihar süsü verilerek öldürtülmüştür. Söz konusu dönemde kara ordusu en yeni silahlarla donatılmıştır. Sultan Abdülâziz’den sonra tahta Sultan Murad geçtiyse de, hasta olduğu için tahtta kalamamıştır. 1876’da Sultan V. Murad’dan boşalan yere Sultan Abdülhamit geçirildi. Rusya, Abdülhamit zamanında Osmanlılarla dost gibi görünmektedir. Aslında bu dost görünümünün altında bir taraftan Ermenileri, diğer taraftan Sırpları ve Karadağlıları istiklal mücadelesi için kışkırtmaktaydı. Abdülhamit o zamanlar tahta yeni geçtiği için Osmanlı – Rus harbinin aleyhindeydi. Zira gücü ele geçirmek için zamana ihtiyacı vardı ancak Osmanlı – Rus harbinin çıkmasına mani olamadı. Ruslar Yeşilköy’e (Ayastefanos) kadar ilerlediler. Ermeniler bu arada boş durmadılar. Bu karışık durumdan istifade etmenin yollarını aradılar. Bağımsızlıklarına kavuşmanın olanağını Ruslardan yardım talebinde gördükleri için Patrik Nerses’i Grandük Nikolo’ya gönderdiler. Ermeni Patriği, Nikolo’dan Doğu Anadolu’nun “Ermenistan” olarak Rus hakimiyeti altına alınmasını rica etmiştir.
Temelde Osmanlı Devleti yönetiminden memnun olan Ermeniler, Rusların kışkırtmaları ile bu politikatı gütmeye başlamışlardır. Grandük Nikolo, Osmanlı tarafı ile Yeşilköy’deki müzakereleri kasıtlı olarak bir Ermeni’nin evinde başlatır. Burada Ermenilerle ilgili 16. maddeyi ortaya sürünce Osmanlı tarafı son derece şaşırır. Ruslar Ermeniler için muhtariyet ister. 16. madde, Ermenilere belki istiklal değil ama birtakım çıkarlar sağladı. Bu maddede “Ermenistan denilen bir memleketin varlığı belirtiliyor, bu memleketin İdaresinin ıslah edilmesi ve Ermenilerin Çerkezler ve Kürtlere karşı korunması temin edilmelidir.” deniyordu. Avastefanos Anlaşması, bir bakıma Ermenilerin Rus himayesine girmesi demekti. Ruslar bundan sonra Ermenileri istedikleri gibi yönlendirebilecek, Osmanlı Devleti’nden kurtuluş vaadiyle gerçek bir esarete mahkum ederek kendi planlarını gerçekleştirmek amacındaydılar. Sultan II. Abdülhamid, İngilizlere Kıbrıs’ta bir üs vermeyi vaat ederek, Rusların karşısına çıkardı ve Berlin’de bir barış konferansı düzenlenmesini sağladı. Bu konferansta Avastefanos’taki kaybedilenlerin büyük kısmını kurtararılabilmiş fakat İngilizler yine de Ermeniler lehine bir madde koydurmuşlardı. Bu maddenin içeriğine istinaden, Ermenilerin oturduğu bölgeler ıslah edilecekti.
İngilizler, uyguladıkları şark siyaseti gereği Ermenileri harcamak istemediler. Çünkü bu toplum şark meselesinde kullanılmak için iyi bir kozdu. Bundan dolayı Ermenilerden yararlanma şekillerini sürekli kullanmışlardır. Amaçları buydu, ama Rus hakimiyetinde bir Ermenistan da istemiyorlardı. Rusya’nın sıcak denizlere inme arzusu sonunda İngilizlere de zarar verebilirdi. Ermeniler bütün gayretlerine rağmen Berlin Konferansı’nda muhtariyet için yüz bulamamışlardır. Bu ıslahat sorunu ile İngiliz Başbakanı Gladstone bizzat meşgul olmuştur. 1880 yılında İngiltere, Berlin Konferansı’nın 61. numaralı maddesini uygulamadıklarını Osmanlılara bir nota ile bildirdiyse de, red cevabı almıştır. Rusya’da İngilizlerin himaye ettiği bir Ermenistan’ı düşünmek istemediğinden sessiz kalarak sırasını beklemeye başlamıştı. Bu arada Ermeni komite faaliyetleri başlamıştı. Avrupa ve Amerika’nın çeşitli yerlerinde şube açan bu komiteler İngilizler’den de yardım ve teşvik görüyorlardı.
Osmanlı Devleti topraklarında hakimiyet sağlamak isteyen birçok ülke, örneğin Rusya, İngiltere, Fransa başta olmak üzere çeşitli meseleleri bahane ederek karşımıza çıkıyor; Türk topraklarını ele geçirmek için ellerine geçen her fırsattan istifade ediyorlardı. Örneğin Fransa, Osman Devleti himayesinde bulunan Katoliklerin hamiliği görevini üstleniyor, Hristiyanlık aleminin koruyucusu gibi bir tavır takınıyordu. Bu yoldan Lübnan’a muhtariyet verilmesini de sağlamıştır. Bu olaylar gerçekleşirken Maraş Sancağı’na bağlı Zeytun kazasında isyan çıkarmak için hareketler başlamıştır. Fransa bizzat kendi istihbarat servislerinde yetiştirdiği Leon adında bir ajanı Zeytun’a göndermiştir. Burada bir takım isyancı Ermenilerle çalışmalar yaparak Ermeni halkı kışkırtmaya başlayan Leon, kendisini Ermeni hükümdar sülalesinden gelmiş gibi tanıtıyordu. Ermeni halkı, Kilikya’nın Türklerden geri alınması için sürekli Fransız propagandasıyla beslenmiştir. 1862’de Fransızlar yaptıkları faaliyetlerin sonucunu Zeytun isyanı ile almışlardır. Bu isyanda binlerce Türk katledilmiş, III. Napolyon İstanbul’daki Fransız konsolosuna bir muhtıra göndererek, Zeytun’a muhtariyet verilmesini istemiştir. Zeytun isyanı bastırılmış fakat birçok Türkün canına mal olmuştur. Bu tarihten sonraki senelerde, Fransa, Ermeni meselesiyle çok daha fazla meşgul olmuştur. Osmanlı Devleti bir taraftan Avrupa devletleri ile uğraşırken, diğer taraftan devletin içinde bulunduğu karışık ve sıkışık durumdan azınlıklar istifade ediyorlardı. Ermeni tarihçisi Vartanyan bunu kendi kalemiyle şöyle ifade etmektedir:

Bu yazıda hangi bölümler var?

“Türk idaresi bozuktu. Açıkgöz ve tahsilli Ermeniler milletlerinin yükselmesine katılmak istediler. Kafkasya’daki Kateogikos, Nerses ve diğer din adamları hanlılara karşı çarpışırlarken Ermeniler, hasta adam olarak adlandırılan Türkiye’nin mirasından faydalanmak istediler. Gözleri önünde asırlık komşuları Rumlar, Türk boyunduruğundan kurtulmaya çalışıyorlardı. Ermeniler de işe başladılar. Ermenileri bağımsızlık hayaline sürükleyenlerin başında Ermeni Patriği ve din adamlarıyla, Avrupa’da eğitim görmüş Ermeni gençleri gelmektedir. Bu insanlar kapıldıkları hayali gerçekleştirmek için her türlü yola başvurmuşlardır. Hem kendi milletlerine zararları dokunmuş hem de birçok Müslümanın kanı boş yere akmıştır.”.

Yabancı devletlerin azınlıklar için istedikleri ıslahat, o bölgeyi bölmek anlamına gelmekteydi. Azınlık meselesi, gündeme daima Avrupa’nın siyasi ve iktisadi amaçları doğrultusunda getirilmiştir. Avrupa devletlerinin Ermeni hamiliği, Ermeni sempatisinden değil çıkar çatışmasındandır. Çünkü şark bu ülkeler için iyi bir pazardır. Ermeni meselesi, Rusya da dahil olmak üzere birçok Avrupa devletinin icat ettiği, Osmanlı Devleti’ni zayıflatmaya ve yıkmaya yönelik, devletlerarası suni bir problem olmuştur. Günümüzde de böyle olmaya devam etmektedir. Rus Dışişleri Bakanı Aleksey Lebanoff–Rostowski’nin ortaya attığı Rus sınırında Ermenisiz bir Ermenistan görüşü, devletlerin Ermenileri nasıl maşa olarak kullandığını ve nasıl aldattıklarını göstermek bakımından ibret vericidir. Edgar Granuille, “Bu iş Ermenilerden doğmamıştır. Zira Ruslar Ermenilere el atıncaya kadar Türkiye’de hiç bir Ermeni hareketi olmamıştır. Rusların eseri olan Balkan harekatına kadar Ermeniler sadece kendi aralarında mezhep mücadeleleri veriyorlardı. Hatta kendi aralarındaki anlaşmazlıkların çözümü için dahi Türklerden yardım görüyorlardı.” ifadesini kullanmıştır. Avrupa devletleri emperyalist girişimlerinde Osmanlı Devleti’ndeki azınlıkları her zaman maşa olarak kullanmışlardır. Ermeni meselesi, aslında devletlerin çıkar çatışmasının Osmanlı Devleti topraklarına yansımasıdır.

Ermeni Terör Hareketlerinin Tarihsel Gelişimi
Gürgen (Karekin) Yanıkyan isimli eski bir Ermeni militanın 27 Ocak 1973 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri’nin Santa Barbara şehrinde, Los Angeles’ta görev yapan Türkiye Başkonsolosu Mehmet Baydar ve Konsolos Bahadır Demiri öldürmesi ile canlanan “Bireysel Ermeni Terörü” üçüncü dönem Ermeni terörünü oluşturmaktadır. Bu terör olayını 1975 yılından başlayarak “Örgütlü Ermeni Terörü” takip etmiş ve yurt dışında hizmet veren devlet personeli, elçilik ve kuruluşlara düzenlenmeye başlanan Ermeni saldırıları, kısa sürede yoğunlaşmıştır. Türk-Ermeni ilişkilerinin zehirlendiği 1878 Berlin Antlaşması’ndan günümüze kadar Ermeni saldırıları dört dönemde ele alınabilir.

Birinci Dönem Ermeni Terör Hareketleri: 1882-1909

Ermeni milliyetçilerinin özerklik ve bağımsızlık isteklerinin sömürgeci devletler tarafından göz, ardı edilmesi, Ermenileri başka yöntemler geliştirmeye yöneltilmiş ve terörle dikkat çekmeye çalışmışlardır. 1860 döneminde kurulan ilk Ermeni cemiyetleri sosyal amaçlarla kurulmuştu. Berlin Antlaşması’nın ardından, Osmanlı Devleti sınırlarının dışında kalan Ermenilerin kışkırtmasıyla ihtilalci amaçlar gütmeye başlamışlardır. İstanbul, Van ve Erzurum da örgütlenerek medya aracılığıyla hedeflerine ulaşmak istemişlerdir. Berlin Antlaşması’ndan sonra kurulan ve imparatorluk bünyesinde terör eylemleri gerçekleştiren “Kara Haç” adlı Ermenilerden oluşan dernek, Van ili ve çevresinde Müslümanlara ve bazı ılımlı Ermenilere suikastlar düzenlemiştir. Üç yıl sonra Erzurum’da, niyeti Ermenileri silahlandırarak Müslümanlara karşı kışkırtmak olan “Vatan Savunucuları” adlı örgüt fark edilmiş ve dağıtılmıştır. 1885 yılında Van’da “Armenekan Partisi” Ermeni militanlara askeri düzeyde eğitim sağlamak ve gerilla güçleri yetiştirmek amacıyla kurulmuştur. Armenekan üyeleri Osmanlı askerine saldırmış ve 1896 Van İsyanı’na katılmışlardır.
Bu örgüte yönelik operasyonlar sonucu örgüt dağıtılmış fakat üyelerinin çoğu diğer Ermeni örgütlerine katılmıştır. Siyasi maksadı Doğu Anadolu’da tam bağımsızlığını ilan etmiş Ermenistan Devleti kurarak bunu Rus ve İran Ermenistan’ı ile birleştirmek olan yarı Marksist “Hınçak Hareketi” 1887’de Cenevre’de kurulmuştur. Bu örgüte bağlı kişiler ve çeteler I. Dünya Savaşında Osmanlı Ordusu’na karşı savaşmışlardır. “Hınçak Hareketi” daha sonra partiye dönüşerek faaliyetlerine devam etmiştir. Günümüzde de faaliyetlerine etkisini yitirmiş olmasına rağmen devam eden bu parti, faaliyetlerini Lübnan ağırlıklı olarak sürdürmektedir. “Ermeni İhtilalci Cemiyetleri Federasyonu” veya Osmanlı kaynaklarındaki adıyla “Taşnak Partisi” 1890 yılında Tiflis’te kurulmuştur. Örgütün temel hedefi isyan ve terörizm metotlarını kullanarak Osmanlı Ermenistan’ı için bağımsızlık elde etmektir. 1892 yılında Tiflis’te gerçekleştirdikleri genel kurul toplantısında ilk “Fedai Harekâtı” yürürlüğe sokulmuş ve görev dağılımı yapılmıştır.
Taşnak Partisi, Mart 1918’de kurularak, 1920 yılının Aralık ayında ortadan kalkmış olan Ermenistan Cumhuriyeti’ni yöneten güç olarak biliniyordu. Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne dahil edilince yasaklanmış ve etkisini kaybetmiştir. Ermeni diasporasında etkili olarak faaliyetlerini sürdürmüştür. Ermenistan 1991 yılında bağımsızlığını ilan edince faaliyetlerini canlandırmış fakat bir süre sonra (1994) yine kapatılmıştır. 1998 yılında iktidara gelen Robert Koçaryan, Taşnak Partisi’nin yeniden açılmasına izin vermiştir. Berlin Antlaşması’ndan sonra Ermeni örgütleri terörü bir araç olarak kullanmışlar ve Türklerle Ermenilerin yüzlerce yıllık dostluğunu zehirlemişlerdir. Bu örgütlerin I. Dünya Savaşı’nda Rus yönetimi ile işbirliği yapmaları tehcire tabi tutmalarına sebep olmuştur.
1882 yılında başlayan, 1889 yılından itibaren genişleyerek yayılan, 1895’te zirveye ulaşan ve 1909 yılında da sona eren toplam 37 Ermeni isyanı kaynaklarda yerini almıştır. Berlin Antlaşması’ndan sonra isyanların birdenbire meydana gelmesi, Bolşevik rejiminin teşviki ve Ermeni örgütlerinin de tahrikiyle ortaya çıkmıştır. İsyanlar genelde belirli bir bölgede meydana gelmiş, Osmanlı Devlet otoritesini zayıflatmak, Ermeni örgütlerinin hâkimiyetini sağlamak amacını gütmüştür. Ermeni isyanlarının bastırılması, batı basını tarafından, gerçekler çarpıtılarak aktarılmış ve Osmanlı Devleti aleyhine kamuoyu oluşturmaya çalışılmıştır. Yakın dönemde birtakım Ermeni kaynakları bu olayların bastırılmasını Ermeni soykırımının başlangıç zamanı olarak Dünya’ya kabul ettirmeye çalışmaktadır. İmparatorluğun başkentinde yapılmış olan bazı terör olayları şöyle gelişmiştir:
28 Eylül 1895’te Hınçak Partisi’nin teşvik ettiği bir grup Ermeni Kumkapı’da toplanarak Bab-ı Ali’ye yürümüş, güvenlik güçleriyle çatışarak bir Binbaşı ile bazı erler öldürülmüş, çatışmalara İstanbul’daki diğer Ermeniler de iştirak etmiş fakat bu olaylar Müslümanların da yardımıyla bastırılabilmiştir. 14 Ağustos 1896 tarihinde ise, Taşnak Partisi üyelerinden oluşan 26 Ermeni militan, Osmanlı Bankası’nı işgal etmiş, baskın 12 saat sürmüş ve ölenler olmuştur. Dış baskılar sonucu bu kişiler ülkeyi serbestçe terk edebilmişlerdir. 21 Temmuz 1905 tarihinde Sultan Abdülhamit’e bir suikast düzenlemiş ve bu olayda 26 kişi ölmüş, 50 kişi yaralanmıştır. Bu olayda da failler yakalanmış ve yine dış baskılar sonucu serbest bırakılmışlardır.

İkinci Dönem Ermeni Terör Hareketleri: 1914-1922

Ermeni isyancılar ve arkalarındaki güçlerce I. Dünya Savaşı ve milli mücadele dönemlerinde cephelerde mücadele eden Türk milletine karşı Ermeni çetelerinin yaptığı katliamlar ve ihanetlerdir. Müslümanlara yönelik terör kanla başlamış ve savaşın sonuna kadar, acımasızca devam etmiştir. Osmanlı Devleti’nin savaşı kazanamayacağını anlayan Ermeniler bölgeyi Türklerden arındırmaya çalışmışlar ve yüz binlerce insanı katletmekten geri durmamışlardı. Ermenilerin katliamları Osmanlı ordusu tarafından geç de olsa durdurulmuştur. Fakat Ermeni katliamlarından kurtulmak amacıyla Anadolu’nun içlerine göç etmek zorunda kalmış olan binlerce Anadolu insanı hayatını kaybetmiştir. Bu ölümlerin çoğu açlık, hastalık ve barınak yetersizliğinden olmuştur.
Ermeni saldırıları, I. Dünya Savaşı’nın ardından da sürmüş ve Doğu Anadolu topraklarının hemen hemen tamamında, 1920 yılı biterken Türk egemenliği tekrar sağlanana kadar bu devam etmiştir. Savaşın bitiminde ise Güneydoğu Anadolu’da terör faaliyetleri baş göstermiştir. Bu bölgede 1919-1920 yıllarında Müslüman halka yönelik katliam girişimleri bütün hızıyla devam etmiştir. 1921 yılında Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşmasından sonra Fransızlar bölgeyi terk edince, Ermenilerde onlarla beraber bölgeyi terk etmişlerdir. Ermeniler, İttihat ve Terakki Partisi’nin ileri gelenlerini tehcir yasasının sorumlusu olarak görmüşler ve Türk devlet adamlarına suikast girişimleri başlamıştır. “Nemesis Operasyonu” adıyla bu dönemde Ermeni terörü yüzünden hayatını kaybeden Türk devlet adamları şunlardır:
● 15 Mart 1921 / Berlin: Talat Paşa
● 6 Aralık 1921/ Roma: Said Halim Paşa
● 1 7 Nisan 1922 / Berlin: Bahattin Şakir ve Cemal Azmi Beyler. Berlin
● 21 Nisan 1922 / Tiflis: Cemal Paşa, Binbaşı Nusret Bey ve Teğmen Süreyya Bey.
Talat Paşa’yı öldüren Tehleryan, cinayetten hemen sonra yakalanmış 2-3 Haziran 1921 tarihlerinde yargılanmıştır. Tehleryan, mahkemede işlediği suçu kabul etmesine rağmen jüri, Tehleryan’ı suçsuz bulmuş ve mahkemede serbest bırakmıştır. Yaşanan bu adli skandal kısa sürede unutulmuştur. Ermeni suikastçiler Ermeni diasporası tarafından kahraman ilan edilmiştir. Ermeni suikastçilerin kahraman olarak görülmesi Ermeni terörünü teşvik eden bir unsura dönüşmüştür. Birinci Dünya Savaşı sonrası Ermeni terörü devam etmiştir. Mustafa Kemal Paşa’ya ve İsmet İnönü’ye yönelik suikast girişimleri alınan tedbirlerle önlenmiştir. Türk Birlikleri Doğu Anadolu’da Ermenileri yenmiş, ardından Moskova ve Kars Antlaşmaları’nın imzalanmasıyla Doğu sınırlarını çizmiştir. Bazı küçük olaylar dışında ikinci dönem ermeni terörü de böylece sona ermiştir.

Üçüncü Dönem Ermeni Terör Hareketleri

Şovenizm, Ermenileri teröre iten en önemli unsurdur. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından Ermeni diasporasında ve Ermenistan’da yaşanan gelişmeler Ermeni şovenizmini harekete geçirmiştir.
Dağınık halde yaşayan Ermenilerin, yaşadıkları ülkelerde asimile olmaya başlamaları Ermeni Kilisesi ve siyasi partileri için hayati bir tehlike oluşturmuştur. Asimilasyon sonucu Ermenilerin sayılarının azalması ve sonra da ortadan kalkması bu ülkelerdeki Ermeni kiliselerinin de ortadan kalkması anlamına geliyordu. Ermeni Kilisesi millidir, diğer bir tabirle sadece Ermeniler için vardır. Ermeniler, asimilasyonu engellemek yani Ermeni milli kimliğini muhafaza etmek için; aşırı milliyetçi duyguların canlandırılmasına ve bu uygulamadan asimilasyon karşısında bir savunma mekanizması şeklinde faydalanılmasına karar vermiştir. Aynı zamanda Ermeni okullarında, kiliselerinde, derneklerinde bir propaganda süreci başlatılmış, Ermeni kökenli çocuklar ve gençlere yönelik propogandalar başlatılmıştır.
Bu propagandalar yaklaşık 20 yıl sonra meyvelerini vermeye başlamış ve diasporaya bağlı Ermenilerin ikinci ve üçüncü kuşakları, halkının soykırıma uğradığı konusunda kesin bir yargı ile Türkiye ve Türklere karşı kin ve nefret odaklı duygular beslemeye başlamıştır. Böylece sözde soykırım iddiaları da, Ermeni şovenizmini tetiklemiştir. Bu gelişmelere paralel olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında Ermeni soykırımı iddiaları giderek artış göstermiş, soykırım başlığı altında konferanslar, yazılı metinler ve kitaplar ile anma törenleri hız kazanmıştır. Bu iddialar zamanla diasporaya bağlı Ermenilerin çevresinden ziyade uluslararası bir nitelik kazanması adına için Ermeni soykırımının 50 yıl dönümü olduğu ileri sürülerek 1965 yılı Nisan ayında Ermenilerin yoğunluklu olarak ikamet ettikleri tüm ülkelerde büyük törenler düzenlenmiştir. Diaspora ve özellikle Taşnaklar soykırım iddiasının, Ermeni davasının gerçekleşmesi adına bir temel oluşturacağı düşüncesinden dolayı, Türkler tarafından soykırıma uğradıklarının diğer ülkeler tarafından tanınması için büyük kampanyalar yürütmüşlerdir.

Ermenistan, Stalin döneminde tüm Sovyet Sosyalist Cumhuritler Birliği’nde milliyetçi faaliyetler kısıtlandığı için Türkiye’ye karşı resmi bir yol ile ya da medya yolu ile herhangi bir talepte bulunmamış ve aleyhinde propaganda çalışması yapamamıştır. II. Dünya Savaşı’nda Almanya’ya karşı mücadeleyi sürdürebilmek için milliyetçi söylemlere kontrollü bir şekilde izin vermişlerdir. Sovyet yönetimini bu davranışa iten neden, komünist ilkelerin yeterli bir ülkü oluşturamadığını fark etmeleri olmuştur. Savaş sırasında Türkiye’nin tarafsız dış politikası, yönetim rahatsız etmiş ve Ermenileri Türklere karşı kışkırtmışlardır. Avrupa’da savaş bittikten sonra Türkiye’ye 1945 yılında bir nota veren Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, boğazların kontrolünün, Kars ile ve Ardahan illerinin kendilerine bırakılmasını istemişler ve bu emellerine ulaşmak için Ermenileri Türkiye’ye karşı kışkırtmaya devam etmişlerdir.

Kıbrıs Barış Harekatı Ve Ermeni Terör Hareketleri

Kıbrıs Barış Harekatı’nın başarıyla sonuçlanması, Rum kesiminde hayal kırıklığı ile infiale neden olmuş ve Türkiye’ye karşı her türlü tedbirin geliştirilmesi fikrini ortaya çıkarmıştır. Rumlar her fırsatta, Türkiye’ye karşı olan her fraksiyona destek vermeye başlamışlardır. 1977’de Kıbrıs Rum Demokratik Partisi: “Kıbrıs Helenizmi, Ermeni mücadelesini hudutsuz biçimde destekleyecektir…” şeklinde bir açıklama yapmıştır. Bu açıklamanın ardından Rum Yönetimi Başkanı Kipriyanu ise, Ermeni Patriği Kohen tarafınca Ermeni davasına katkıları nedeniyle ödüllendirilmiştir. İlerleyen süreçte 20 yılın ardından, Yunanlar ve Rumlar , “Düşmanımın düşmanı dostumdur” zihniyetini benimsemişler, Türkiye politikalarına bu düşünceye göre yön vermişlerdir. Yunanistan’ın ve Rumların Ermenilere terör eğitimi almalarına zemin hazırlamak, silah ve patlayıcı madde temin etmek gibi alanlarda yardımlar yapması da bu yardımların başlıcalarındandır.
Ermenilerin bağımsızlık sahibi olmaları maksadıyla Türkiye toprakları üzerinde geçmişten günümüze kadar birçok girişimlerde bulunulmuştur. Türkiye’yi hedefine alan ve limi güçlerin desteği ile gerçekleştirilen bu girişimlerin tepe noktasında Ermeni halkının üstünde en büyük söz hakkına sahip olan Ermeni Kilisesi yer almaktadır. Kilise içinden bazı kişilerin aşağıdaki söylemlerine bakıldığında, bahsi geçen kişilerin bu yolda üstlendikleri rolün önemi ve ağırlığı kendiliğinden gözler önüne serilmektedir. Ermeni tarihçi Hrand Pasdermadjian (Pastırmacıyan), Kilise için:
“Ermeni Kilisesi, Ermeni milletinin kilise tarafından can verilen ruhunun yeniden dünyaya gelmek için yaşadığı vücuttur.” tespitini yapmıştır. Ermeni tarihçisi Dickran Boyaciyan da: “Ne kadar şümullü olursa olsun, Ermeni kilisesini aynı derecede ele almayan herhangi bir Ermeni tarihi, Ermenilerin gerçek hayatını ortaya koymayı başaramaz Ermeni kilisesi ile Ermeni milleti o derece iç içedir ki, birisi olmadan diğerini düşünmek mümkün değildir.” demektedir. Ermeni Patriği M. Ormanyan’a göre Ermeni kilisesi: “Kayıp ülkenin (Ermenistan) görünen ruhu” dur.
Yine bir Ermeni tarihçisi olan Louise Nalbandian: “Bu nasyonalist çabada en büyük rol, bazı müstesna liderler ve belli başlı manastırları vasıtasıyla hem dini, hem entelektüel bir kuvvet olarak çalışan, Ermeni Kilisesi tarafından oynanmıştır.” demiştir.
Osmanlı vatandaşı olan Ermeni Piskoposu Gevand Turyan, Ermeni Kilisesi ve ruhanilerinin, Ermeni meselesi ve Ermeni komitelerinin Anadolu’da masum insanlara yapılan zalimlikler ve kanlı eylemler üzerine üstlendikleri görevi şu sözlerle ifade etmektedir: “Dini cemaatler, uzun zamandan beri, Ermeni ihtilal partilerinin ihtilal ocakları olmuş ve en şeytani programlar buralarda hazırlanmıştır. Dini merkezler, silah depoları ve komplo ocakları olmuştur. Dini liderler, söz ve yazı ile kendilerine güvenmiş olan halkı isyana teşvik ediyorlardı.” İncil’de ve diğer ilahi kitaplarda yer alan vicdan, doğruluk, sadakat ve merhamet kavramları yerine isyan, intikam vaaz edilir hale gelmişti. Ruhban sınıfından olan liderler, komitelerce düzenlenen bayramlara, toplantılara, törenlere başkanlık etmekteydiler. Ermeni Devleti ülküsünün kaynağını, Ermeni halkı değil Ermeni Kilisesi oluşturur. Kilise’nin değeri ve bu bağlamdaki rolü, bahsedildiği gibi, bütün Ermeni tarih araştırmacıları tarafından da kabul edilen ve tüm bu olayların başladığı temel noktadır.
Osmanlı Devleti topraklarında, Ermenilere bağımsızlık sağlayabilmek adına geçmişten günümüze bir çok eylem gerçekleştirildiği konusu araştırmanın önceki bölümlerinde yer almıştır. Fakat bu girişimler her seferinde hüsranla sonuçlanmıştır. Sürekli Osmanlı Devlet ve ardından Türkiye Cumhuriyeti topraklarını hedef alan ve güçlü devletlerin desteğiyle yapılan bu eylemlerin başında ise her zaman, Ermeniler üzerinde söz söyleme hakkına sahip olan ruhban sınıfı bulunmaktadır. Dini görevleri haricinde milli bir hüküm gücünü de elinde barındıran Ermeni Gregoryen (Apostolik) Kilisesi, tarihte geçmişten beri Ermenilerin yaşamında hak sahibi olduğunu söyleyerek, aktif bir görev üstlenmiş ve günümüze değin buna devam etmiştir. Günümüz dahil olmak üzere, Ermeni Kilisesi’nin çağ dışında kalan, gerici bir hükümle, Anadolu’nun bir kısmını Ermenistan olarak kabul ederek tasvir ettiklerini, bununla beraber Türkiy’nin komşusu İran, Gürcistan ve Azerbaycan’dan da, toprak talep ettiği ve Büyük Ermenistan düşüncesinin büyük bir hayal olduğunu görmekteyiz. Ermeni Kilisesi, Türkiye’ye karşı yürüttüğü girişimlerin haricinde, Ermeni milliyetçiliğinin de hayat bulduğu yer olmuştur. Ermeni milliyetçiliğinin gelişmesinde kilisenin en büyük destekçisi başta Rusya olmak üzere Avrupa’da bulunan güçlü devletler olmuşlardır.
Örgütlü Terör Dönemi
Lübnan, dini toplulukların haklarını muhafaza etmek adına kurulmuş bir devlettir. Dini topluluklar bir millet oluşturmadığı için, Lübnan’ın dışarıdan gelen baskılara karşı koyma gücü oldukça zayıftır. Bu nedenle Lübnan hükümetleri ülkenin dışarıdan gelen maruz kalmasını, işgallere uğramasını, iç işlerine müdahale girişimlerini önleyememiştir. Bu durum ülkede büyük bir kaos yaratmış ve merkezi otoriteyi oldukça zayıflatmıştır. Sonuç olarak Lübnan terörist örgütlerin serbest bir şekilde barınabildiği bir ülke haline dönüşmüştür. Lübnan’daki bu durum 1975 yılında Ermeni terör örgütlerinin rahatlıkla kurulmasına zemin hazırlamıştır. Bu örgütler, Türk temsilcililerine, Türk ticaret kuruluşlarına karşı birçok eylem gerçekleştirmişlerdir. Bu örgütlerden biri olan ASALA, politik manifestosunun giriş bölümünde kuruluş amacını şöyle açıklar:
“ASALA, Türk emperyalizminin işgali altındaki Ermeni topraklarını kurtarmak için gereğinde silah kullanmayı da seçen siyasi bir organizasyondur.”
Aynı programın 5. maddesinde şu görüşe yer verilmiştir: “Kuruluşumuz, uluslararası devrimci hareketlerin bir parçasıdır ve biz bu hareketlerle olan işbirliğimizi yaygınlaştırarak güçlendirmek amacındayız.”
Kuruluş yıllarında Filistin Kurtulu Örgütü ve Filistik Kurtuluş Örgütü’nün Abu Nidal ve George Habbas liderliğindeki radikal fraksiyonlarından geniş destek alması bazı militanlarının Rus Askeri Akademisinde Pratik ve teorik eğitim alması geri planda bir Sovyet desteğine işaret eder. Terörle varlığını devam ettiren Ermenistan Devleti, teröre sahip çıkmayı, terörist örgütleri desteklemeyi dış ilişkilerinde de politika aracı olarak benimseyerek Kafkasya bölgesinin güvenliğini tehdit etmektedir. Ermeni terör oluşumları tarafından Dünya üzerinde farklı ülkelerde gerçekleştirilen kanlı eylemler, Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’ı da içine alarak farklı tarihlerde tüm Azerbaycan’da gerçekleştirdikleri vahşi terör eylemleri ve terörden sonuna kadar faydalanmayı amaç edinen dış politika stratejisi, uluslararası alanda Ermenistan ile ilgili önlemlerin alınmasını mecburiyete dönüştürmüştür. Bahsi geçen önlemlerin ilk sırasında uluslararası arenadaki güçlü devletlerin özellikle de terör konusunda çifte standarttan vazgeçmeleri gelmektedir.

Ermeni terörünün tekrar gündeme geldiği ilk olay Karabağ soykırımıdır. 1989 yılının ikinci yarısında bölgede karışıklık artmış ve iki ülke arasında gerginlik azami ulaşmıştır. Tarih 1 Aralık 1989’u gösterdiğinde, Ermenistan önemli bir karar alarak, Dağlık Karabağ’ı ülke topraklarına dahil ettiğini Dünya’ya duyurmuştur. 23 Ağustos 1990 tarihinde ise, Karabağ, Ermenistan toprağıymış gibi lanse edilerek, Ermenistan Bağımsızlık Deklarasyonu ilan edilmiştir. Bu gelişmelerin ardından Karabağ’daki Ermeniler, bölgenin Ermenistan’a dahil edilmesi için siyasi etkinliklerini, militarist bir saldırı şekline dönüştürmüşlerdir. 2 Eylül 1991 tarihinde ise Dağlık Karabağ Ermenilerinin Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’ni ilan etmesi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasının ardından imzalanan BDT (Bağımsız Devletler Topluluğu) Kurucu Anlaşması’na ve her bir üye devletin toprak bütünlüğünün garanti altına alındığını ve sınırların güç kullanılarak değiştirilemeyeceğini belirten Birleşmiş Milletler Şartı ile Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı kararlarına aykırıdır. Tüm bu karar ve yaptırımlara rağmen Karabağ’ın ismi Artsakh Ermenistan Halk Cumhuriyeti şeklinde değiştirilmiştir. Bu usulsüzlüğe Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri karşılık vermiş ve Ermenilerle kanların döküldüğü bir çatışma sürecine girilmiştir.
Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ’a karşı askeri bir güç oluşturmasının ardından bu kargaşayı barışçıl yöntemlerle çözüme kavuşturmak dönemin Cumhurbaşkanı Ayaz Mutallibov’un karşı çıkmasına rağmen, Azerbaycan Parlamentosu’nca, 27 Kasım 1991 tarihinde Dağlık Karabağ’ın özerklik statüsünü iptal edilmiştir. Bu karar Ermenistan tarafında savaş ilanı olarak algılanmıştır. Taraflar arasında vuku bulan sıcak çatışmalar, 1992 yılı dahil olmak üzere devam etmiştir. Ocak ayının sonuna gelindiğinde Ermeniler tarafından yapılan Karabağ saldırıları iyice yoğunlaşmış ve Azerbaycan’a ait bir helikopter Ermeni roketleri ile vurulmuş ölü sayısı ise 120 olarak belirlenmiştir. Ermenilerin şiddetli saldırıları neticesinde 25 ile 26 Şubat 1992 tarihleri arasında 600 sivilin öldürüldüğü, Hocalı Katliamı meydana gelmiştir. 9 Mayıs 1992 tarihinde Tahran’da iki devlet bir ateşkes imzalamış, Şuşa şehri dahil olmak üzere 17 Mayıs tarihinde Laçın Koridoru Ermenilerce işgal edilerek, Karabağ ile Ermenistan arasında bulunan bir geçit açılmıştır. 12 Mayıs 1994 tarihinde, Rusya’nın garantörlüğünde sağlanan ateşkes günümüzde de devam etmektedir. Günümüze değin taraflar arasında yapılan görüşmelerden, özellikle en önemli konumda bulunan
Budapeşte ve Lizbon zirvelerinde bir sonuca ulaşılamamıştır. Günümüz tablosuna bakıldığında, Azerbaycan toprakları yaklaşık % 20 oranında Ermeni işgali altına alınmış ve bir milyon civarında Azerbaycan vatandaşı mülteci statüsüne düşmüştür. Dağlık Karabağ Savaşı’nda yaklaşık 24.000 insanın hayatını kaybettiği belirlenmiştir. Yaşamını yitirenlerin yaklaşık 18.000’i Azerbaycanlı, yaklaşık 6.000’i ise Ermeni kökenlidir. Sorunu barışçıl yöntemlerle çözüm için, Azerbaycan, Ermenistan’a karşı muhtelif ekonomik yaptırımlar uygulamıştır. Hazar Denizi’nde çıkarılan petrolün işletilmesi, Azerbaycan petrolünün uluslararası pazara açılması için yeni boru hatlarının yapımı konusunda ise Ermeni topraklarına ihtiyaç meydana gelmiştir. Ermenistan üzerinden geçirilmesi ile daha kısa bir boru hattı olacakken, Azerbaycan Karabağ sorununun çözümü gerçekleşmeden Ermenistan güzergahının kullanılmayacağını belirtmiş, alternatif bir yol olarak stratejik ortak konumunda bulunan Gürcistan’dan petrolü taşımayı tercih etmiştir.
Dağlık Karabağ olayları ile alakalı Birleşmiş Milletler, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Avrupa Konseyi, İslam Konferansı Örgütü ile diğer uluslararası konfederasyonlarda çok sayıda karar verilmiş ve kararlara ilişkin bildiriler yayınlanmıştır. Bu kararlar arasında en büyük önem taşıyanı Birlemiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde alınmış kararlardır. 1993 yılının Nisan ayı başlarında Kelbecer şehrinin Ermenistan tarafından işgal edilmesi ve sonraki dönemlerde de Azerbaycan’a ait birçok bölgenin işgali nedeniyle, 1993 yılının 30 Nisan, 29 Temmuz, 14 Ekim ve 12 Kasım tarihlerinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından 82251, 85352, 87453 ve 88454 sayılı kararları onaylanmıştır. Bu kararlar, Ermenistan’ın işgal ettiği Azerbaycan’a ait topraklardan, hemen ve koşulsuz olarak çekilmesi istenmiştir. Ancak bu kararlara karşın, Ermenistan işgalci tavrından vazgeçmemiş ve bu doğrultuda verilen kararlar uygulanmamıştır. Uluslararası hukukun gereklilikleri dahilinde, barışçıl yollarla Ermenistan ile Karabağ problemini çözüme kavuşturmak için girişimlerde bulunan Azerbaycan amacına bugüne değin ulaşamamıştır. Özellikle son dönemde Azerbaycan’ın savaş söylemlerinde bulunması, Ermenistan’a karşı, devlet destekli olmak üzere, terörizmle mücadeleye de uygun olan silahlı müdahaleyi gündeme taşımıştır. 1988 yılı itibarıyla terörizm, Ermenistan’ın dış ilişkilerinde kararlılıkla faydalandığı bir politika malzemesine dönüşmüştür. Bu doğrultuda birincil amaç Azerbaycan toprakları olmuş, son ve büyük amaç ise Büyük Ermenistan ülküsü olmuştur. 1988’den günümüze dek Azerbaycan topraklarında Ermenistan devletinin her anlamda destek verdiği 32 terör eylemi gerçekleşmiştir.
1994 yılına değin Ermenistan’dan noktada destek gören faaliyetler, devlet destekli terörizmin ne denli tehlikeli olabileceğini de apaçık gözler önüne sermiştir. Buna karşın uluslararası hukukta kapsayıcı bir terörizm bir tanımına yer verilmemesi ve örgütlerce alınan kararların bağlayıcılık sağlayamaması Ermenistan’ı iyiden iyiye cüretkar bir zihniyete bürümüştür. Etnik terörden devlet destekli teröre evrimleşen Ermeni terörü, Ermenistan bağımsızlığını elde ettikten sonra merkezi hale gelmiştir. Ermeni diasporası tarafından idare edilen Ermenistan, söz konusu faaliyetleri “Büyük Ermenistan” hayaline ulaşmak amacıyla sürekli aktif bir dış politika aracı olarak kabul etmiş, tüm yazılı ve vicdani kuralları hiçe sayarak başarıyla uygulamıştır. Bölgede çıkar sağlama isteyen büyük devletler ise bu faaliyetler karşısında sessizliklerini bozmamışlardır. Amerika Birleşik Devletleri’nin yayınladığı, uluslararası terör örgütlerinin adını taşıyan listede, hiçbir ermeni terör örgütünün adının geçmemesi de bir tuhaflık içermektedir. Bu detaydan da görüldüğü gibi, uluslararası antiterör koalisyonunun Ermenistan’a devlet olarak her türlü desteği sağladığını söylenebilir.
Ermeni kökenli terör grupları ile bu grupların faaliyetlerini Dünya’ya tanıtmak, Ermeni terörüne karşı mücadelede önemli bir unsur halini almıştır. Geçmişten günümüze Ermeni terörü üç ayrı seviyede gelişmiştir. Birinci seviye, terörle Ermenileri, Ermeni topluluklarını kazanmak veya kendilerine çekmek, bu şekilde Ermeni birliğini oluşturmaktır. İkinci basamak, Dünya’ya sahip olduğu gücü ve boyutlarını kabul ettirmek, ilgiyi üzerine çekerek daha da güçlenmek olmuştur. Üçüncü aşamada ise küresel siyasi gelişmelere ve uluslararası çıkar çatışmalarına yön verecek, Türkiye-Azerbaycan temeline dayanan ve Türklerle ilgili saptırılmış bilgilerle donatılan kaynakları oluşturarak dezenformasyon meydana getirmektir. Ermeni terörünü başlangıcından beri bir kabus haline getiren örgütlerin kendine has dikkat çekici özellikleri bulunmaktadır. Bu örgütlerin olağanüstü etkinliği, sistemli hareketleri ve farklı boyutlarda olması dikkat çekici bir özellikler arasındadır. Bahsi geçen örgütler New York, Los Angeles, Santa Barbara, Madrid, Sidney, Paris gibi büyük şehirlerde kendilerini asla fark ettirmeden operasyonlarını gerçekleştirmişler ve gerçekleştirmektedirler. Medya ve yayın organlarını oldukça etkili bir biçimde kullanan bu örgütler, Ermeni toplumunda ve Batı toplumlarında etkili kurum ve kuruluşlarla gerçekleştirdikleri işbirlikleri neticesinde yaptıkları kanlı eylemleri haklı nedenlere dayalı birer intikam eylemi olarak lanse etmiş, bu eylemlere meşruluk kazandırmaya çalışılmıştır. Terör eylemlerini gerçekleştiren örgüt mensupları, birer kahraman olarak yüceltiğinden özellikle genç Ermenilerin çok büyük desteğini almışlardır. Medyayı yönetme konusunda, objektiflikten uzak, tek taraflı çalışmalar yaptıkları için hatrı sayılır bir başarı elde etmişlerdir. Ermeni tarafından yöneltilen tezler ciddi bir antitez ile karşılaşmadığından, uluslararası medyada tek doğru halini almıştır.
Ermenistan kökenli terör gruplarının, kimi durumlarda dezavantaja dönüşen, dışa bağımlı yapıları da yok sayılmamalıdır.. Dışa bağımlı yapılar; bir yandan güçlenme yönünde sağlam bir zemin hazırlarken bir yandan da bu gücü onlara veren büyük devletlerin çıkarlarına göre eylemlerinin şekillenmesinin zorundalığına neden olmaktadır. Bu örgütler her zaman bir veya birden fazla devlet tarafından doğrudan doğruya ya da gizli olarak destek görmüşlerdir. Bu devletler hem güç kaynağı hem de terör faaliyetinlerinde bir kamuflaj aracı olarak kullanılmıştır. Ermeni kökenli terör örgütlerine zemin sağlayan, var olma ve devam etme nedeni yaratan Türk düşmanlığıdır. Bununla beraber, bahsi geçen örgütlerin, Türklere yönelik yaptıkları eylemler, iddia edilen soykırıma karışılık bir intikam meselesi olarak görülmüş ve bundan dolayı Türkleri katletme hakkına nail olduklarını öne sürmüşlerdir. Karabağ olayları ve Azeri Türkleri’nin Ermeniler tarafından katledilmesi de bu fikrin ürünleridir. Bu zihniyet günümüze değin varlığını sürdürebilmiş, soykırım söylemlerini hala gündemden eksik etmemektedir. Fransa, Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri gibi güçlü devletlerin de desteğini alan Ermeni diasporası kanlı eylemlerine intikam almak için her an tekrar başlayabilir. Azerbaycan’ın bu eylemlerin merkezinde yer alma tehlikesi ise tüm ülkelerden daha fazladır. Yapılan kanlı eylemlerine rağmen diğer dünya devletlerinin uzaktan izlediği Ermeni terörünün etnik terör kapsamından uzaklaşarak devlet destekli terörizm halini alması ise tartışılması gereken ayrı bir konudur.
Yararlanılan Kaynaklar
Elvin Jafarlı, Birinci Dünya Savaşı’ndan Günümüze Ermeni Terörizmi
Anadol Cemal, Tarih Boyunca Türk-Ermeni Meselesi
Altınok Salih, Belgeleriyle 19 ve 20. Yüzyıl Başlarında Ermeni Sorunu
Aras Mikail, Türk Ermeni İlişkileri Ve İlişkileri Dönüştüren Terör Süreci
Gazigiray A. Alper, Ermeni Terörünün Kaynakları
Kantarcı Şenol, Laçiner Sedat ve diğerleri, Ermeni Sorunu El Kitabı
Kocaş, Sadi : Tarih Boyunca Ermeniler ve Selçuklulardan Beri Türk Ermeni İlişkileri
Paşa Hüseyin Nazım, Ermeni Olayları Tarihi I

Visited 3 times, 1 visit(s) today

1 comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir