Bir Milyon Ton Bakır- Atlantis

“İnsanlığı yok eden çok farklı felaketler olmuştur ve olacaktır; bunların en büyüğünü ateş ve su yapmıştır”

PLATON, TIMAIOS

Atlantis. Hiçbir ad, binlerce yıl sonra, dünya üzerindeki milyonlarca insanda bu kadar çağrışım yapmamıştır. O, kimli­ğini bir uzay mekiğine ödünç verdi. Önemli filmlerde ve televiz­yon programlarında konu edildi. Sulara gömülmüş bir ülke hak­kında şimdiye kadar yayınlananlardan çok daha fazla sayıda ye­ni kitap ortaya çıkıyor. Ayrıca bu konuda yayınlanan, tahmini 2.500 makale ve dergi yazısı da var. Gelenekçi bilim adamları­nın yanında anılması ya da kayıp şehirle ilgili belli bir temel önerme bile, “yalancı manyakların” empatiyle mahkûm edilme­lerini sağlamaya yeterli. Ama bir yüzyılı aşkın süren resmi muhalefete rağmen, çoğunluğu bağımsız araştırmacılardan oluşan uluslararası bir çevrenin yoğun ilgisi kadar, insanların Atlantis’ten büyülenmeleri de, onun bir zamanlar gerçek olduğuna da­ir genel inanışın sağlamlığını gösteriyor.

21. yüzyılın başında, biriken önemli bilimsel kanıtların miktarı, teoriyi hızla gerçeğe dönüştürürken, bu çevre beklenmedik şekilde genişliyor.

Çünkü Atlantis’in bütün ününe rağmen, birçok insan onun hakkında çok az şey biliyor. Onun okyanusta bir krallık olduğu­nu, doğal bir afetle denizin altında kalmadan önce yer kürenin büyük bölümüne uzun yıllar egemen olduğunu, bunun ardından da hayatta kalanların gezegenin çeşitli yerlerine kaçtıklarını tah­min ediyorlar. Birçok Atlantis bilimi uzmanı, başlangıçta bu uy­garlığın, en az on iki bin yıl önce “Atlantis” kıtasında doğduğu­na ve büyük bir tufanla M.Ö. 9500’de yıkıldığına inanıyor. Bu­nunla beraber, bu kitap hem kuşkucuları, hem de gerçekten ina­nanları, geride kalmış olma tehlikesiyle yüz yüze getiriyor. Bu kitap, daha önceki araştırmamın, Atlantis in Yok Oluşu’nun (The Destruction of Atlantis) yeniden bir tartışması değil; aynı konu­da tümüyle yeni bir malzemenin ortaya çıkarılmasıdır. Atlantis savaşı, dört büyük tufan ve hayatta kalanların dünyanın üzerin­deki kaderleri burada ilk kez anlatılıyor.

Atlantis’ten Hayatta Kalanlar’ın ilk tohumlarını, İngiltere’nin Cambridge şehrinde toplanan, bilimsel otoritelerin bir konferan­sı oluşturuyor. 1997 yılının yazında, jeolojiden astrofiziğe, arkeoastronomiye ve oşinografiye kadar çeşitli akademik disiplinler­den uzmanlar, geçmişin resmini, geçerli görüşü savunan eğitim­ci kuşakların öğrettikleri bildik görüntüden radikal şekilde farklılaştırmak için, birbirlerinden bağımsız olan bulgularını birleştirdiler. Ortaya koydukları yeni kanıtlar, ikna edici olduğu kadar şaşırtıcıydı da. İnsanlık tarihinin ilk döneminde, bir kaç kuyruk­lu yıldız silsilesinin yakından geçmesinin, gezegenimiz üzerinde dört farklı tufana yol açtığını gösterdiler. Gökyüzündeki bu olay­lar ve onların meydana getirdiği felaketler, sadece teorisyenlerin çıkarsamaları değil. Birçok somut kanıt da, dünya çapındaki bu felaketlerin gerçekten meydana geldiğini ve sonuncusunun, uy­garlığı yok olmanın eşiğine getirdiğini doğruluyor.

Cambridge konferansındaki düzinelerce sunumu inceledikten sonra, dünya üzerindeki birçok kültürün, ardından toplu göçlerin geldiği dört büyük tufanı hatırladığını fark etmemek imkansızdı. Bu gelenek Peru’daki İnkalar, İrlandalı Keltler, klasik dönemdeki Yunanlılar, Meksika’daki Aztekler gibi çeşitli halk­lar tarafından paylaşılmıştı. Üstelik bu halkların anılarıyla, bili­min artık, beş bin yıldan daha uzun süre önce başlayan ve yer­yüzünü yıkıma uğratan doğal felaketler dörtlüsü olarak kabul et­tikleri arasında yakın bir uyum da var. Ama mitolojiye, astrono­miye ve jeolojiye fiziksel arkeolojinin elde ettiği kanıtlar eklen­diğinde kadim geçmişin üzerinde aniden yeni bir ışık göz kırpı­yor. Onun parlaklığı, tarihi var eden ve bugüne kadar görülme­yen nedenleri aydınlatıyor. Açıkça görülen şey ortak bir tema et­rafında tekrarlanarak çoğalan ve büyük bir insanlık dramındaki bütün iniş çıkışları anlamlandıran Atlantis’tir. Ve bu adın bütün gücüyle ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Bu sulara gömülmüş ülkeyle, meydana geldiğini artık bildiğimiz dört ayrı küresel felaket arasında bağlantı kurmak, uygar­lığın başlamasını ve gelişmesini açıkladığı gibi, aynı zamanda spekülatif bir fantezi olarak değil, gerçek tarihin güvenilir para­metreleri içinde Atlantis’i de açıklıyor. O, tek değil, farklı birçok felaket yaşadı, dördüncü yıkım krallığı yok edinceye kadar her bir felaket birbirinden yüzlerce yıl arayla meydana geldi. Atlan­tis ten Hayatta Kalanlar, bu birbirinden ayrı olayları ilk kez an­latıyor. Bunları Mısır, Mezopotamya, Fas, Kanarya Adaları, İr­landa, Galler, İskandinavya, Kolomb öncesi Kuzey Amerika, Orta Amerika ve fetih öncesi Güney Amerika gelenekleriyle açıklamaya çalışıyor. Sular altında kalmış ülkeyi anlatan Atlan­tis tufanı mitlerinin birçoğu, genel kamuya daha önce asla ulaştırılmamıştı ama bu kitapta bu bilgiler, bilimsel kanıtlara insanı da katmak için sunuluyor. Her şeyden çok, klasik öncesinin bü­tün erkekleri ve kadınları dünyalarını tekrar tekrar yıkıma uğra­tan tufanların ve yok olmayan malzemelerin üzerine tarihlerini kaydettikleri felaketlerin görgü tanıklarıydılar. Papirüsler yanar; taşa oyulan kelimeler aşınır; kil tabletler parçalanır. Ama mito­lojiye sarılmış, hayati önemi olan mesaj, kehribarın içinde koru­nan bir böceğin bedeni gibi uzun zaman dayanır.

Atlantis’ten Hayatta Kalanlar, henüz anlatılmamıs baska bir öykü de anlatıyor: Platon’un, Atlantislilerin dünyayı fethetmek ıçin cesurca başlattıklarını söylediği savaşı. Onların, tarihçilerin daha önce ihmal ettikleri askeri maceraları, eninde sonunda kendilerini boğan doğal felaketlerle yakından bağlantılıydı ve bu fe­laketler belirleyiciydi. İnsanlığın yeryüzüne getirdiği kaos, öf­keli göklere ayna gibi yansıyordu. Bu bakımdan, Atlantis’ten Hayatta Kalanlar, savaşa değinen ama ayrıntı vermeyen bu konudaki ilk araştırmamın yoldaşı.

Atlantis’ in Yok Oluşu, ölüme mahkûm olan bu uygarlığın son anlarına odaklanıyordu, çünkü bu anlar, zaman olarak bize en yakın olandı, bu nedenle daha kolayca belgeleniyordu. Atlantis’in, M.Ö. 10.000 civarında yok olduğu zaman binlerce yıldan beri var olduğunu varsayan okurlar, şehrin nihai kaderiyle sade­ce 3200 yıl önce karşılaştığını öğrendiklerinde şaşırıyordu. Bununla beraber, bu kitabın amacı, Atlantis’in kökenini ya da yaşı­nı tartışmak değil, onu en son yok eden olayı, Bronz Çağı bağ­lamında açıklamak. Onun M.Ö. 1200 civarındaki ani sonuyla, fi­ravunların Mısır’ından Homeros’un Yunanistan’ına, Hitit İmpa­ratorluğu’ndan Çin’in Şang Hanedanlığıma kadar, her yerdeki klasik öncesi uygarlık yıkıldı ya da geriye dönüşü olmayacak şe­kilde çöktü. Dünya çapındaki felaketin bir kurbanı da Atlantis oldu. Platon’un tanımlamasına göre, diğerleri gibi o da, yeri bel­li bir Bronz Çağı kentiydi.

Platon’un M.Ö. 340 civarında derlenen diyalogları, Timaios ve Kritias, kendi türlerinde, ilk hayatta kalanların öykülerini içeriyor. Bu kitaplarda Atlantislilerin, uzak mesafelere gemiyle gi­den ve Platon’un, yaşadığı dönemde artık bulunmadığını belirt­tiği, sertlik derecesi olağanüstü yüksek bir bakır olan orikalkum üreten üstün denizciler ve madenciler olarak portreleri çiziliyor. Platon’un, onların karakterlerini denizcilikle uğraşan, refah içinde yaşayan madenciler olarak tarif etmesi, iki büyük tarihsel bil­meceyi birbirine bağlayan kanıtın bir parçası.

Kuzey Amerika kıtasında on bin yıldan daha uzun süre, gö­çebe avcı-toplayıcı olan Paleo-Kızılderili kabileleri dağınık olarak yerleşmişlerdi. Bu kabileler göç eden hayvan sürülerinin peşinden gidiyorlardı ve çok az maddi kültüre (material cultu­re) sahiptiler. Ara sıra Yukarı Büyük Göller bölgesinde, çekilen buzulların geride bıraktığı “yüzen bakır” parçalarını topluyorlardı. Sonra külçeleri tavlıyorlar ya da çekiçle soğuk dövme ya­pıyorlar, üzerlerini süsledikleri gündelik eşyalara dönüştürü­yorlardı. Sonra, M.Ö. 3000 civarında, Michigan Yarımadası’ndaki Superior Gölü kıyılarında ve Superior Gölü’ndeki Royale Adası’nda birdenbire tutkulu bir madencilik girişimi başla­dı. Yirmi iki yüzyılı aşkın bir süre, dünyanın sertlik derecesi en yüksek olan bakırının en az üç yüz bin tonu, bazıları sağlam ka­yaların 18 metre derinine gömülü olan beş bin maden ocağın­dan çıkarıldı.

1995 tarihli Wisconsin’deki Atlantis (Atlantis in Wisconsin) kitabımda anlattığım gibi, maden ocağı başına ortalama 1000- 1200 ton cevher çıkarılıyordu, her birinden 50 ton bakır elde ediliyordu. Bu olağanüstülüğü, kadim madencilerin, hızla ve uzmanca çalışabilecekleri basit teknikleri kullanmaları sağlıyordu. Bakırın bulunduğu bir damarın üzerinde harlı ateş yakıyorlar, kayayı çok yüksek dereceye gelinceye kadar ısıtıyorlar, sonra da üzerine su döküyorlardı. Kaya kırılıyordu, bundan sonra bakırı çıkarmak için taş aletler kullanılıyordu. Çentmeyi (kayayı katmanlara ayırmak) hızlandırmak ve dumanı azaltmak için ocakların dibinde sirke karışımından yararlanılıyordu. Bu kadar yük­sek ısılarla nasıl çalıştıkları bilmecenin bir parçası. Kayanın yüzünde yakılan ateşin dibi en soğuk bölgesidir. Özellikle tenekenin içinde yakılan ateşin, damarda çentik oluşturmak için yeter­li ısıya ulaşması uzun zaman alabilir; şayet bunu başardılarsa. Tarih öncesi madencilerin konsantre asetilen ısıyı toprağa nasıl yönlendirdikleri, modern teknolojinin yanıt veremediği kafa karıştırıcı bir soru.

Kıbrıs’ta tütsü yakılan bir yerin üzerindeki bu betimlemede, yere kadar inen giysisinden saptandığına göre, Deniz insanları’nın bir üyesi bakır “oksit” külçesi taşıyor, yaklaşık M.Ö. 1200. Platon’a göre Atlantisliler Bronz Çağı’nın önde gelen bakır baronlarıydılar. (Bodrum Arkeoloji Müzesi, Türkiye)

Bununla beraber, bu insanların yüksek teknolojilerinin bü­yük bölümü günümüze gelmiştir. Ağırlığı 3 tona yakın bakır kütleleri madenden çıkarılmış ve ağır metali ayrıştırmak için sık dokunmuş kafesler, taş ve kereste platformlar kullanılmıştır. Bu kafesler genellikle, şekil verilmiş büyük dallardan yapılıyordu. Bir dizi lövye ve takozla yukarıya kaldırılabilen, ağaçtan bir kulube şeklindeydiler. Eski Michigan’da maden çıkarılan kayanın muazzam oranlarının bir örneği, Ontonagon Boulder’dir. On do­kuzuncu yüzyılın sonunda Smithsonian Enstitüsü’ne götürülen kaya 5 ton ağırlığındadır. Ortaya çıkarılan kafeslerden birinde, terk edilmiş gibi görünen, in s i tu (özgün yerinde, ç.n.) 6 tonluk bir kütle bulunmuş­tur. Burnu ve çıkıntı yapan noktaları yer yer kesilmiştir. 3 metre uzunluğunda, 90 cm genişliğinde ve 65 cm kalınlığındadır. Michigan Yukarı Yarımadasında tonlarca ham bakır işleyen maden­cilerle, Büyük Piramidin taş bloklarını benzer şekilde yukarıya kaldıranlar aynı insanlar olabilirler mi?

Kadim madencilerin kullandıkları binlerce aracın bulunması inanılmaz geliyor. 1840 gibi eski bir tarihte, Michigan’da Rockland yakınında tek bir yerde on vagon dolusu taş çekiç bulun­muştur. Royale Adası’nın kuzey kıyısında McCargo Koyu’nda bulunanlar ise 1000 tondur. Bu çekiçlerin hiç biri üstünkörü üre­tilmemiştir. Antik bakır madenleri konusunda uzman olan yirminci yüzyıl insanlarından Roy W. Drier’a göre:

“İnsan, çıkarılan araçları incelediğinde, işçiliğin mükemmel­liğine ve onların benzer amaçlarla yapılmış, günümüzde kul­lanılan araçlarla biçimlerinin özdeş olmasına ister istemez şaşırıyor, bugünkü uygarlığımızın araçlarının prototipleri. Mızrak uçları, keskiler, ok uçları, bıçaklar ve kasap bıçakla­rı, neredeyse bütün örneklerde, günümüzün en iyi metal iş­çisi tarafından, sanatının bütün gelişmiş imkânlarıyla yapıl­mış gibi, simetrik ve mükemmel (DuTemple 1962, 27).”

Maden ocakları basit birer çukur değildi, çöküntüleri atmak ve bazısı 15 m uzunluğunda olan önemli açmaları doldurmak için, modern zamanlardakilere benzeyen sulama sistemleriyle donatılmıştı. Kuzey Amerika’daki kadim madencilik konusunda ilklerden biri ve hâlâ da saygı duyulan bir otorite olan William R. F. Ferguson’a göre, “İşin anıtsal bir doğası vardı ve bu, bütün oluşumun derinlerine kadar inmekten ve hektar küplerce -mil küp demek gerçekten de savurganlık olmaz- kayayı hareket et­tirmekten oluşuyordu.”

Michigan’daki üç yerleşimden geçen kazılar, Superior Gölü kıyısında, 150 mil uzunluğunu buluyordu ve Royale Adası’nda 40 mile yayılıyordu. Şayet bütün tarih öncesi maden ocakları birleştirilseydi, 5 mil uzunluğundan, 6 m genişliğinden ve 9 m derinliğinden dahi da büyük bir açma oluşturdu. Sonra, maden ocakları aniden hızla M.Ö. 1200 civarında kapandı. Bu ocaklar konusunda önde gelen bir otorite olan Octave Du Temple, şunları merak ediyor:

“Bu madenciler, ertesi günü iş başı yapmayı planlıyorlarmış gibi neden işlerini ve aletlerini bıraktılar? Neden gizemli şekilde geri dönmediler? Kızılderili destanları, her ırkın tarihine dahil edilmeye değer  muhteşemlikte ve büyüklükte olan bu madencilik işlerinden hiç söz etmez. Destanlar, Kızılderililerin tarihinde beyaz ırkın çok eskilere kadar gittiğinden söz eder (1962,59).”

Du Temple’nin göndermede bulunduğu Kızılderililer, atalarının kökenleri Michigan’daki Yukarı Yarımada’ya giden Menominee’lerdir, Onların halk geleneklerinde, bakır çıkarılmasına şiirsel bir kinayede bulunarak, “Yeryüzü Ana’yı, parlak kemiklerini kazarak yaralayan”, deniz yoluyla gelen çok sayıda açık tenli Deniz Adamlarından söz ediliyor. Üç yüz bin ton civarında bakırın yok olduğunu anladığımızda, Kuzey Amerikadaki tarih öncesi madencilik bilmecesi büyüyor. Du Temple’a göre. “Bu bakırın nereye gittiği hâlâ bir gizem.” Madison, Wisconsin Üniversitesi fahri profesörü Dr. James P. Scherz’in sözleriyle;

“Henüz yanıtlanmamış temel sorulardan biri, Superior Gölü’ndeki bakırın nereye gittiği? Höyüklerde bulunan bakırın hepsi, büyük miktarda da olsa, çıkarılan madenlerin ancak ufak bir yüzdesi. Avrupalıların da benzer bir sorunu var. Bütün bu bakır nereden geliyordu? Bizim şimdi petrol için çıldırdığımız gibi, M.Ö. 3000’den M.Ö. 1000 yılına kadar Avrupalılar da bakır için çıldırıyorlardı, çünkü ekonomileri bakırla işliyordu (Joseph 1995, 54).”

Scherz, bilmecenin diğer yanını da ortaya koyuyor. Bronz Çağı, Avrupa’da ve Yakındoğu’da başlamıştır, çünkü bronzdan yapılan silahlar ve aletler, bakırdan ya da taştan yapılanlardan üstündü, çünkü bronz daha sertti, daha esnekti, keskin bir ucu bakırdan daha iyi kavrayabiliyordu ve daha hafifti. Bronz elde etmek için bakır; kalay ve çinko karıştırılmalıdır. Bakırın sertlik derecesi ne kadar yüksekse silah ya da alet o kadar iyi olur.

Uygar dünyanın her yerinde, her krallık tarafından girişilen iyi ka­liteli bronz işlerinin kitlesel üretimini destekleyecek, sertlik de­recesi yüksek bakır kaynaklan kadim Eski Dünya’da asla yeter­li değildir. Metal işçileri milyonlarca mızrak, kılıç, şahmerdan, keski, matkap, heykel, kazan, sunak, tapınak kapısı ve yaptıkla­rı sayısız başka nesneler için sertlik derecesi yüksek bakırı nere­den buluyorlardı? Ayrıntılı olmanın ötesine geçen kanıtlar Michigan’da Yukarı Yarımada’yı gösteriyor. Deniz İnsanları burada sertlik derecesi yüksek bakırın çıktığı, dünyanın en büyük alanı­nı kazmakla kalmamışlar, bronz üretiminin diğer temel bir bileşeni olan kalayı da çıkarmışlardı.

Kuzey Amerika’nın muazzam bakır madenciliği girişimiyle bakıra aç olan kadim Eski Dünya’nın tam ortasında, gemicileri ve madencileriyle ünlü Atlantis’in stratejik bir yeri vardı. Zaman parametreleri karşılaştırıldığında, bakır madenciliğiyle Eski Dünya’nın bakırı kullanması arasındaki çakışma daha da netle­şir: Bakır ve kalay madenlerinin çıkarılmasına, tıpkı Avrupa’da ve Yakındoğu’da Bronz Çağı’nın başlaması gibi, M.Ö. 3000’den az önce Michigan’ın Yukarı Yarımadası’nda başlandı. Hem Kuzey Amerika’daki madencilik, hem de kadim Eski Dünya’daki Bronz Çağı, eşzamanlı olarak M.Ö. 1200 civarında so­na erdi. Aşağıda anlatıldığı üzere bu, Atlantis’in son yıkılışını gösteren özgün ay takvimine göreydi.

Platon, Atlantis’in yok oluşunun, 8300 yıl daha önce meyda­na geldiğini belirtiyor. Ama M.Ö. dördüncü yüzyılda Platon’un zaman kavramının bizimkiyle aynı olduğunu bize düşündürten ne? Aslında bu zaman, çok farklı! O, Atlantis’in 11.500 yıl önce yıkıma uğradığını söylediğinde ne demek istediğini kimse kesin olarak bilmiyor. Bu ‘”yıllar” ona göre neydi? Güneş yılı, ay yılı, yıldız yılı, astrolojik yıl kuşaklara göre hesaplanan yıl? Klasik dönemlerde bütün bu ölçüler ve daha çoğu kullanılıyordu ve bilim adamları Platon’un hangi sistemi kullandığını uzun zaman­dan beri tartışıyorlar. Onun ay takvimine göndermede bulundu­ğu konusunda dört önemli neden öneriyorum: Bu, Atlantis’i Geç Bronz Çağı’na yerleştiriyor.

Bu dönemde, Atlantis’in kale­si, Platon tarafından anlatıldığı gibi, o zamanlar Akdeniz bölge­sinde yapılan anıtsal inşaatla benzeşiyor. Bu kale M.Ö. 3000 yılından önce yapılmış olamazdı ve Bronz Çağının ortasındaki bir gökdelen kadar, Son Buzul Çağının sonunda da yer alamaz­dı. Atlantis’in son yıkımı Eski Dünyadaki Bronz Çağı ve Kuzey Amerika’daki bakır madenciliğinin eşzamanlı çöküşüyle rastlaşıyordu. Atlantis’in öyküsünün ilk kez öğrenildiğinde Mı­sır rahipleri ay sistemini kullanıyorlardı. Bilim, M.Ö. 1200 civarında, çöküntüler oluşturan bir kuyruklu yıldızın gezegenimize çok yaklaştığını artık kabul etmiştir. Yeryüzü, Atlantis dahil olmak üzere, başka çağdaşı uygarlıkları da yok eden küresel  bir felakete maruz kalmıştır.

Yeni kanıtlar, bizi kayıp uygarlık hakkında onun son buzul çağında ortaya çıkmış bir Bronz Çağı fenomeni olduğuna dair bildiklerimizden vazgeçmeye zorluyor. O zamanki koşullar, Platon’un anlattığı hoş ve güzel iklimle pek benzeştirilmiyor. Bu son olayda neredeyse iki bin yıl önceki tarihinin bir bölümü kadar, Atlantis’in son olarak ne zaman yıkıma uğradığını da artık saptayabiliyoruz.  Atlantis’ten hayatta kalanlar, felaketten kaçanlara ne olduğunu bize anlatmak için bilimle halk söylencesini birleştiriyor.

Bununla beraber, Atlantis’in ne zaman kurulduğu ve ne ka­dar  sürede geliştiği belli değil; MÖ. 3100’den önceki ilk tufan­dan daha önceki olayları göremiyoruz. Bütün göstergelere göre o zamanlar Atlantis, karmaşık maddi kültürü olan,  zaten hayli gelişmiş bir toplumdu. Taş Çağı’na inen kökenlerinden gelişmesi yüzyıllar boyunca sürmüş olmalıdır. Bununla beraber, yanıtları bulmak için, Batı Avrupa’daki o döneme ait tarih öncesine bakabiliriz. Paleolitik ve Neolitik dönemler, M.Ö. dördüncü bin boyunca evrim geçirdi. O zamanlar insanlar usta birer denizciydiler -o zamandan çok önce de, modern bilim adamları bunu artık biliyorlar.

Kuzey Amerika’daki Kızıl Boyalı İnsanlar’ın ve Kuzey Avrupa’daki Kızıl Toprak Rengi İnsanlar’ın, yedi bin yıl­dan beri düzenli olarak, gemilerle Atlantik Okyanusu’nda seyahat eden proto-Atlantisliler oldukları neredeyse kesindi. Olası­lıkla bu ilk denizciler ve onların torunları, daha sonra, adını bü­yük bir yanardağından alarak Atlas diye bilinen adaya megalitîk becerilerini getirdiler. Yanardağın sebep olduğu bereketli toprak ve adanın ılımlı iklimi, tarımın ve uygarlığın temeli olan yerle­şimin gelişmesini kolaylaştırıyordu. M.Ö. 3500 civarında güney kıyıyla dağın arasında gelişen bir topluluk, bir şehir -“Atlas’ın kızı”, Atlantis- yeşertecek kadar yeterli bir nüfus yoğunluğuna ulaştı. Sanskrit dilinde Atlas, “yukarıya kaldıran” anlamına ge­lir. Altı bin yıl yada daha uzun zaman önce bu, “dağ” ile eş anlamlı olabilirdi. Bu, bazı araştırmacıların, modern alfabemizdeki A harfinin, denizde yükselen bir dağı simgeleyen, Atlantis dö­neminden günümüze gelen gerçek bir ideogram olup olmadığını merak etmelerine neden oldu. Her ne olursa olsun, M.Ö. dört binin ortasında Atlantis, eğer Mezopotamya’daki çağdaşların­dan daha ileri değilse de, onlarla kıyaslanabilir yüksek bir kültür düzeyine erişmiş olabilirdi.

Ama bütün bunlar, çıkarsamaya dayanan bir spekülasyon.

Atlantis’ten hayatta kalanlar, bunun yerine, kıyıları Atlantik Okyanusu tarafından yıkanan insanların, geleneksel anılarında gra­fik diliyle anlattıkları ve bilimin ortaya çıkardıkları olarak, dört küresel tufana odaklanıyor. Bu anlatılanlarla, kayıp imparatorlu­ğa şimdiye kadar olmadığı şekilde daha net odaklanılıyor. Onun, şimdiki uygarlığımızın üzerinde sürüp giden etkisinin mirası ilk kez cesur bir rölyefte göze çarpıyor -ve biz Atlantis’in öyküsünün dünyanın öyküsü olduğunu anlıyoruz.

Kaynak: Kayıp Uygarlık Atlantis (Hayatta Kalanlar) – Frank Joseph/ Dharma

Visited 29 times, 1 visit(s) today

1 comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir