Site icon BOZ KARGA

Dünyayı Sarsan Salgın Hastalıklar

Veba, kızıl, çiçek, kolera gibi salgın hastalıklar ve onlara eşlik eden kıtlık ve kuraklıklar, tarih boyunca milyonlarca kişinin ölümüne neden oldu. Yenilmez denen orduları durdurdu. Ekonomik, siyasal ve demografik sonuçlarıyla yeryüzü haritasının yeniden çizilmesinde önemli roller üstlendi ve üstlenmeye devam ediyor.

Bir Fransız düşünür, salgın hastalıklar konusunda şunu söylemişti: “Hepimiz salgın hastalıkların çocuğuyuz…”

Gerçekten de insanlık tarihi içinde salgın hastalıkların rolü çok belirleyici. Zaman zaman imparatorlukları çökertmiş, ordu­ları kırmış, yaşam ve sevme bi­çimlerini değiştirmişti. Büyük politik dönüşümlere, coğrafi ve demografik oynamalara yol aç­mıştı. Çiçek hastalığı Yeni Dünya’yı öylesine kırıp geçirmişti ki, çalıştırılacak emek gücü için bu kıtaya milyonlarca Afrikalı köle taşınmıştı.

Veba, Avrupa’da fe­odal beylerin ve kilisenin ikti­darını sarsmış, kapitalizmin ve reform hareketinin doğmasına neden olmuştu, ölümcül salgın­ların tarih yapan gücünü unut­mak ya da görmezlikten gelmek gerçek anlamda bir hata. İnsan nüfusu çığ gibi büyüdükçe, in­sanlar tarihin kaydettiğinden çok daha fazla mikrobu ayaklandırıp günümüzde de harekete geçiriyor. AIDS ve SARS gibi…

Sanata düşen “Kara Ölüm”… İtalyan heykeltıraş Gaetano Guilo Zumbo’nun (1656-1701)“ Veba – Zamanın Zaferi ve Bedenlerin Çürümesi” üçlemesinden “Zamanın Zaferi” adlı çalışması. Vebayı anlatan bu yapıt Floransa’daki Specola Müzesi’nde sergileniyor.

Salgın hastalıkların tarihi, insanoğlunun toprağı işlemeye başla­masıyla eşzamanlı. Vahşi toprak­ların yok edilmesi,  fareleri, sıçan­ları, keneleri, pireleri ve sivrisi­nekleri insanlara daha yakın yaşa­maya zorluyordu. Bu hayvanlar beraberlerinde veba, tularemi, ti­füs ve sıtma gibi sürprizleri de ge­tirdiler. Ayrıca yüzbinlerce insa­nın yaşadığı kentler ortaya çıktık­ça, toplu ölümler de yaygınlaştı. Bu, o tarihte o kadar olağan bir du­rumdu ki, Sümerler, Mısırlılar ve İsrailliler salgınların tanrılarca ya­yıldığına inanıyorlardı. Atalarımız toplu ölümlerin mantığını uzun sü­re anlayamadılar. Olayın niteliğini ilk kavrayan kişi Yunanlı hekim Hipokrates’ti. O, çevre güçlerine “hava, su ve yer” adını vermişti. Bu etkenlerin herhangi birindeki ani bir değişikliğin salgınlara yol açtığını söylüyordu.

İnsanoğlunun karşılaştığı en çe­tin salgınların başında “kara ölüm” adı verilen veba geliyordu.

Ekolojik Bir Felaket

1966 yılında ABD Atom Ener­jisi Komisyonu, muhtemel bir nükleer savaşın sonuçlarını saptamak için, 1348 yılında Avrupa’yı kasıp kavuran veba salgınını ince­leyen 30 sayfalık bir rapor hazır­ladı. Bu salgın, o tarihte 30 mil­yon köylüyü ya da Avrupa nüfu­sunun üçte birini öldürdüğü için seçilmişti. Vebanın bir nükleer fe­laketten tek farkı, mala zarar ver­memesiydi.

Tarihçiler her ne kadar Hititlerde, Mezopotamya’da ve Çin’de de benzer bir hastalığa rastlandığını söyleseler de, resmi olarak veba salgınının ilk kez M.Ö. 430’da Atina’da görüldüğü ve iki yıl boyunca kenti kırıp geçirdiği belirtiliyor. Daha sonra hastalık Bizans döneminde İstanbul’da yeniden hortladı. Ancak gerçek anlamda veba salgınlarının başlangıç tarihi 1300’1er. Veba hasta­lığına yol açan “Yersina Pestis” isimli bakterinin anavatanı Moğol bozkırları. 1330’lardaki aşırı sıcaklar, Asya çöllerinde yaşayan pireleri ve kemirgen hayvanları Moğol bozkırlarına doğru sürmüştü. Mideleri veba bakterisiyle dolu pireler Moğol atlılarının sırtında Asya ve Avrupa’yı dolaşmaya başladı.

Veba Avrupa’ya, Kırım’ın tica­ret kenti Kaffa’nın Moğollar tara­fından kuşatılması sırasında kent­te yaşayan Cenevizliler tarafından taşındı. Bakteri, her ortaçağ evin­de bolca bulunan kara sıçanlarla pirelere kolaylıkla yerleşti. Ayrı­ca Avrupa’da o tarihte salgının yayılmasını kolaylaştıran bazı ko­şullar da oluşmuştu. Ilık iklim ko­şulları köylüleri daha çok ürün üretmeye ve köylü nüfusunu artır­maya başlamıştı.

Bu durum, iyi beslenen 25 milyonluk Avrupa nüfusunu birdenbire kötü besle­nen 75 milyona çıkarmıştı. Kısa­cası veba salgını için ideal bir or­tam vardı. 1300’lerde başlayan salgınlar, 1720 tarihine kadar 2 ya da 20 yılda bir yenilenerek ürkü­tücü bir simetriye ulaştı. Bu sal­gınlar Avrupa’nın ekonomik, si­yasal ve kültürel çehresini tama­men değiştirdi. İlk darbeyi yiyen kurum feodalizm oldu. Toplu köylü ölümleri emek kıtlığına yol açtı ve korkuya ka­pılan toprak sahipleri ücretli köylü sistemi­ne dönmek zorunda kaldılar. Öte yandan, efendilerinden umut kesen köylü­ler toplu halde ayaklanmaya baş­ladılar. Ücretli emeğin yaygınlaş­ması kapitalizme geçişin altyapı­sını oluşturuyordu. Ayrıca veba salgınları sırasında tüccarlar seya­hat özgürlüğünün önemini daha iyi anladılar. Kendi kentlerinde müşteri sıkıntısı çeken İngiliz, Hollandalı ve İspanyol tüccarlar yünlerini, şaraplarını ve peynirle­rini satmak için uzaklara yelken açtılar. Böylece kapitalizmin bir başka ayağı olan ticari ilişkiler ve keşifler gelişti.

Dengeler Altüst Oluyor

Veba salgınlarının ikinci kurba­nı Yahudiler oldu. Birçok ülkede hastalık karşısında umutsuzluğa düşen köylü kitleler “Yahudiler kuyu sularını zehirliyor” sloga­nıyla acımasız bir katliama girişti­ler. Yahudiler kazıklara geçirildi, şarap fıçılarına konulup Ren Nehri’ne atıldı. 1351 yılında Avru­pa’da hemen hemen hiç Yahudi kalmamıştı. Çoğu öldürülmüştü, sağ kalmayı başaranlar da Rusya ve Polonya’ya kaçtılar.

Kırsal alanın boşalması ise eko­lojik dengeleri değiştirdi. Daha az köylü, daha çok ot ve daha çok ot yiyen hayvan demekti. Bu neden­le, veba salgınından sonra başıboş sığırların ve koyunların sayısı hızla arttı. Köylüler memnundu. Toprağın aksine, hayvanlar daha az bakım istiyor, yün ve derisi ciddi bir gelir sağlıyor ve lezzetli yemek veriyordu. Köylüsüz top­rakları, hayvanların yanı sıra ağaçlar da doldurmaya başladı. Veba tarihçisi Robert Gottfied’e göre, “Kara ölüm olmasaydı, Av­rupa tozlu ve ağaçsız Etiyopya’ya dönüşecekti”. Gerçekten de birkaç istisna dışında, Avrupa’nın büyük ormanları veba salgınından sonra ortaya çıkmıştı.

Veba birçok din adamını da vurmuştu, ölen veya kaçan din adamlarının yerini ise üçkâğıtçı­lar dolduruyordu. Bu insanlar halkı öyle çok dolandırıyorlardı ki, kitlelerin kiliseye olan inançla­rı derin sarsıntı geçiriyordu. İşte bu dönemde, Martin Luther, işe yaramaz ve güçsüz kilise bürok­rasisinin aracılığı olmadan da, Tanrı ile doğrudan konuşulabilir biçiminde yeni, devrimci bir anla­yış geliştirdi ve Protestan ahlakı­nın temellerini attı.

Avrupa’daki veba salgınlarında hekimler kendilerini korumak için garip görünümlü maskeler taktılar ve hastalarla ilgilenmediler.

Veba salgınlarında hekimler ahlaki sınavı veremediler. Hasta­lık kapma korkusuyla ya sivri gagalı garip maskeler takıyorlar ya da hastalara bakmayı reddediyor­lardı. Hastalığa verdikleri tedavi reçeteleri de çok komikti: “İki fın­dık, bir incir ye”, “yavaş çiğne, masadan aç kalkma, ağlama ve korkma” gibi. Veba tıbbın bir bi­lim olarak henüz daha çok genç olduğu gerçeğini ortaya çıkarır­ken, halk sağlığı kavramının da temellerini attı. Bazı kentlerde ve­ba evleri kuruldu, karantina uygu­laması başlatıldı ve ayrıntılı ölüm kayıtları tutuldu. Ayrıca kara sıçanların ve pirelerin cirit attığı sa­man tavanlı evlerden, damları ki­remitli tuğla evlerin inşasına ge­çildi. Bu, mimarlık ve kentleşme alanında çok önemli bir adımdı.

Uygun barınma koşullarını yiti­ren veba, son bir güç gösterisiyle 1720 yılında Marsilya bölgesinde 80 bin ölü bırakarak Avrupa’dan çekildi. Ne var ki, ondan boşalan yeri hızla bitlerin taşıdığı tifüs doldurdu. Kıtanın koyun stokları arttıkça, vebadan kurtulanlar daha fazla yün giymeye başladılar ve bit kolonilerine uygun ortam ha­zırladılar. Yün çılgınlığından yararlanan tifüs, 15.yüzyılda tüm Avrupa’ya yayıldı. Hastane ve kirli yerlerde çoğaldığı için, “hastane ya da hapishane ateşi” olarak da adlandırıldı.

Arnold Böchlin’in bu tablosu sonraki yıllarda salgın hastalıkların betimlenmesinde kullanılmıştır.

Büyük Kıyımcı

Kuşkusuz veba, ünlü ressamların tablolarına konu olduğu ve edebiyata bir dönem damgasını vurduğu için çok daha popüler. Ancak tarihin başlangıcından bu yana gezegenimizde ölen erkekle­rin ve kadınların yarısının canını alan hastalık sıtma. Dünyadaki en küçük hayvan olan “Plazmodyum (Plasmodium)” parazitinin etki alanı bugün bile şaşırtıcı boyut­larda. Her yıl yaklaşık 600 mil­yon insanın vücudunu işgal edi­yor ve her yıl 1 milyon Afrikalı bebeğin hayatını alıyor. Parazit, elverişli koşullar bulduğunda insanı hızla öldürebiliyor. Ama ço­ğu zaman bünyeyi zayıflatarak, bağışıklık sistemini çökerterek ti­fo, grip ve dizanteri gibi hastalıkların sahneye çıkmasını kolaylaş­tırıyor.

Sıtma doğrudan öldürdü­ğü her bir kişiye karşılık, dört ya da beş kişi, onun yol açtığı diğer hastalıklara yenik düşüyor. Para­zit, yüzlerce akrabasının hâlâ maymunların, kuşların, sürüngen­lerin ve şempanzelerin kanında dolaştığı Afrika’da ortaya çıkmış­tı. İnsan kanına yerleşen dört plazmodyum kabilesinden en öl­dürücü olanı “Plasmodium falci­parum”. Ulaşım için anofel sivri­sineğini seçen sıtma paraziti, çok farklı türleriyle ve yetenekli taşıyıcısıyla, hemen her coğrafyada, çok sayıda ateşli hastalığa yol açabiliyor. Tarihin en büyük ku­mandanlarından biri olan Büyük İskender Pers ülkesini, Suriye’yi, Arabistan’ı, Fenike’yi ve Mısır’ı fethetmişti, ama Babil’de sıtmaya yenik düştü.

Sıtma, Avrupa’da 18. yüzyıl­dan itibaren gerilemeye başladı. Gelişen kapitalizm nedeniyle o tarihe kadar bataklıkların çoğu kurutulmuş, sivrisineklerin üreme alanı olan ormanların çoğu yok edilmişti. Dünya Sağlık örgütü, 1957 yılından itibaren sıtmayla yoğun mücadele içinde. Bu ne­denle, 1939 yılında ilk kez Colo­rado patates böceğini öldürmek için kullanılan DDT den yararlanılıyor. Günümüzde sıtmanın ala­nı yüzde 80 oranında daraltılmış durumda. Yine de Sri Lanka, Gu­yana gibi ülkelerde yeniden ortaya çıktı. Hindistan günümüzde sağlık bütçesinin yüzde 50’sini sıtmayla mücadeleye ayırıyor. Brezilya’da yıllık sıtma vakaları, son yirmi yıl içinde 50’den 500.000’e çıktı.

Salgın Hastalıklar Biyolojik Bombalara Dönüşünce

Salgın hastalıkların savaş­larda kullanılması oldukça eski tarihlere kadar uzanı­yor. Daha MÖ. 5. yüzyılda, ordu­lar kuşattıkları kalelerdeki içme sularını zehirlemek için veba hastalığına yakalanmış insanları ya da hayvanları kuyulara atıyor­lardı. 1172 yılında Bizanslılar  Venedik kentini kuşattıklarında kentin tüm kuyu ve çeşmelerini vebalı hayvan leşleriyle doldur­muşlardı. MÖ. 400 yıllarında İs­kit savaşçıları, oklarına hasta insanların dışkılarını sürerdi. Kafkaslar’daki Ceneviz kolonisi Kaffa’yı ele geçirmek isteyen Tatar birlikleri, kaledekilerin direncini kırmak için vebalı ölüleri mancı­nıklarla surların öte yanına at­mışlardı. Birçok tarihçiye göre, veba hastalığının Avrupa’da yayılmasına bu olay neden oldu.

1710 Rus-İsveç Savaşında generaller salgın hastalıklardan ölen kendi askerlerini özellikle gömmüyor, düşmanın ele geçir­diği mevzilere bırakıyorlardı.

Ancak bu kirli savaş konusun­da en uzman ordu, İngiliz ordusuydu. 1763 yılında İngiliz gene­ral Sir Jeffrey Amherst sürekli sorun çıkaran Kızılderililerden kurtulmak için onlara çiçek virüsü bulaştırılmış battaniyeler hediye etmişti Bu battaniyeler bütün bir Cheyenne kabilesinin sonunu ge­tirdi. İngilizler Yeni Zelanda’yı işgal ettiklerinde, bu adanın yerlile­ri Maorilere karşı da çirkin bir oyun oynadılar. İngiltere’deki tüm frengili fahişeleri toplayıp, adaya götürdüler ve yerlilerle cinsel ilişkiye soktular. Bağışıklık sistemle­ri gelişmemiş binlerce Maori, frengi hastalığından kırıldı.

Ölümsüz Leke

Tarih boyunca insanoğlunun karşılaştığı en ürkütücü salgın hastalıklardan biri de lepra, yani cüzamdı. O kadar eski bir hastalık ki, gerçek kökeni bilinmiyor. Ki­mi bilim insanlarına göre suaygırından ya da armadillo’dan gel­miş olabilir. Diğerlerine göre ise, tamamen insana ait bir enfeksi­yon. Norveçli doktor Armauer Hansen, 1874 tarihinde “Myco­bacterium Leprae” basilini cüzam­la ilişkilendirmeyi başardı, ama hastalığın nasıl yayıldığı hâlâ bi­linmiyor. AIDS gibi, zayıf bağışıklık sistemlerini etkilediği tah­min ediliyor.

Tarihin en eski hastalıklarından biri olan cüzama Mısırlılar  “ölümden önceki ölüm” adını ver­mişlerdi ve hastaları “çamur ken­ti” denilen bir yere gönderiyorlar­dı. Eski Çin ve Hindistan’da cü­zamlılar hemen öldürülür ya da yakılırdı. Konfüçyüs, cüzamlı bir müridinin yüzüne bakmayı red­detmişti. Mezopotamyalılar için cüzamlılar “vahşi eşekler” den farksızdı. Koreliler için bir cü­zamlı “Tanrı’nın lanetlediği bir köpek” ti. Kısacası, tarih boyunca cüzamlılar her zaman kara listede yer aldılar.

Cüzamlıya daha hoşgörülü yak­laşan ve onlar için ilk hastanelerin kurulduğu (Avrupa’daki en eski cüzam hastanesi, M.S. 4. yüzyılda Konstantinopolis’te Zodikus isim­li bir zengin tarafından kuruldu) Avrupa’da da durum pek farklı de­ğildi. Cüzamlılar aynı tip elbise giymeye zorlanıyor, bu elbiseleri­nin üzerine büyük bir “L” harfi iş­leniyordu. Sağlıklı olanları uyar­mak amacıyla çan taşıyorlardı. İstedikleri bir şeyi işaret edecekleri bir sopaları, bir su mataraları ve sadaka çantaları vardı. Cüzam ve cüzamlılar, Avrupa’dan 14. yüzyılda esrarengiz bir biçimde yok oldular. Hastalık varlığını, köylü­lerin toprak zeminde uyudukları İskandinav ülkelerinde 19. yüzyıla kadar korudu. Günümüzde Afrika ve Hindistan’da 15 milyon kadar cüzamlı olduğu tahmin ediliyor. Ancak cüzam tarih sahnesinden çekilirken onun yerini bir başka salgın, verem alıyordu.

Sanatçı ve Yoksul Hastalığı

19. yüzyılın başları. Frederic Chopin, prelüdlerini bitirebilmek için titreme ve öksürük nöbetle­riyle boğuşmak zorunda kalıyor­du. Hem frengi hem verem olan Niccolo Paganini kemanını çalar­ken ölü bir insan kadar solgundu. Robert Louis Stevenson, verem tüm enerjisini tüketmeden önce “Dr. Jeykyll ile Mr. Hyde’ı ta­mamlamayı başarıyordu. Frederich Schiller, Anton Çehov ve Franz Kafka’da verem nöbetleriy­le boğuşmuşlardı. 1800’lerde sanatçıların verem olmaları için bir­çok neden vardı, ama yaratıcılık ve deha bunların arasında değildi. Fabrika işçileri gibi şair ve sanat­çıların çoğu da çok çalışıyor, kötü besleniyor ve rutubetli, havasız mekânlarda yaşıyorlardı.

Vahşi kapitalizmin acımasız koşullarında, Avrupalıların yüz­de 70’i vereme yakalandı. Ancak ölenlerin büyük çoğunluğu göç­men işçiler, sanayi işçileri, evsiz­ler, ailesinden kopmuş çocuklar­dı. Tıpkı bugün Bombay, Manila ve Nairobi’de veremden ölen in­sanlar gibi. Verem, yarı kardeşi cüzam gibi, “Micobacteria” adı verilen 300 milyon yaşındaki bir mikrop ailesine dahil. Büyük ola­sılıkla, 7000  yıl önce, insanların sığırları evcilleştirip, birçoğunu kendi evleri de dahil olmak üzere dar mekânlarda barındırmalarıyla ortaya çıktı. Sanayi Devrimi sıra­sında ortaya çıkan sadece verem değildi. 1700’lerde boğazda yol açtığı hafif ağrı dışında hiçbir belirti vermeyen kızıl, 1800’lerde çocuklar için acımasız bir “boğaz hastalığı” halini aldı.

Yemek bo­rusuna saldıran diğer bir bakteri enfeksiyonu olan difteri de öldürücü bir salgına dönüştü. Yoksulların her gün hayvan ve insan dış­kılarıyla kirlenen suları içtiği ye­ni kapitalist Avrupa  kentlerinde, anavatanı Hindistan olan kolera patlak verdi. 1848-1854 yılları arasında bu hastalık sadece İn­giltere’de çeyrek milyon yoksulu öldürdü. Salgınlar büyük oranla yoksulları hedef alıyordu ve yeni palazlanan orta sınıf, göreceli olarak daha az tedirgindi. Ancak 20. yüzyıla gelindiğinde dengeler değişti ve Asya’dan gelen bir başka tehlike yoksul zengin ayırdetmeden insanları kırıp geçirmeye başladı: grip…

Virüs Dalgaları

Birinci Dünya Savaşı’na kadar grip, pek de önemsenmeyen “ev­cil bir salgındı. Ancak, 1918 baharında acımasız bir düşman ke­sildi ve tam 15 milyon insanı gömdü. Savaş meydanlarında 15 milyon insanın ölmesi tam 4 yıl almıştı. Oysa grip aynı rakama kısa süre içinde ulaştı. 1918 yı­lında sadece ABD’de ölenlerin sayısı 550 bini bulmuştu, ki bu rakam ABD’nin Kore ve Vietnam savaşlarında verdiği ölü sa­yısından fazlaydı. Bu salgın sırasında Alaska köylülerinin tümü yok olurken, Hindistan’da 12 milyon kişi hayatını kaybetti.

Grip virüsü bilim tarafından 1933 yılında saptandı. Ancak onun binlerce yıldır dünyayı dolaştığı tahmin ediliyor. İlk grip salgınlarının başlangıcı ise, insa­noğlunun çiftliklerde at, domuz ve ördeği evcilleştirmesiyle eşza­manlı. Bugün ördek midesinin dünyanın en iyi çalışan grip fab­rikası olduğu kabul ediliyor.

Birçok grip salgınının da son yıllar­da yoğun ördek besleyen Çin’den kaynaklanması rastlantı değil. Bir grip salgını, genel olarak or­taya çıktığı bölgedeki toplam nü­fusun yüzde 25 ile 50’sini kısa sürede yatağa düşürebiliyor. Ölüm oranı ise yüzde 1 ’den daha düşük. Her yüzyılda düzensiz şe­kilde ortaya çıkan 3 ya da 5 bü­yük grip salgını yaşanıyor. Salgı­nın bir diğer özelliği de kısa süre­li oluşu. Bugün bilim birçok ciddi haftalığın aşısını keşfetmiş ol­makla birlikte, grip konutunda yetersiz kalıyor Çünkü bu virüs, her 10 ya da 14 yılda bir genetik değişikliğe uğruyor, bu da onu yenilmez kılıyor.

Endemi, Epidemi ve Pandemi

Salgın bir hastalığın, orta büyüklükte ya da geniş bir alanda hızlı bir biçimde yayılmasına “epidemi” adı veriliyor. Ancak bu tanımı fark­lı biçimde yorumlayan bilim insanları da var. Onlara göre epidemi, herhangi bir sağlık durumunun, kronik olsun ya da olmasın ortaya çıkması ve beklenenden daha fazla sayıda insanı etkilemesi. Yani, bu ta­nımda önemli olan etkinin beklenenden fazla olması. Onlar İçin sağlık so­runu yaşanan bir kentte, yılda 100 hepatit vakasının görülmesi bir ende­mi. Ama herhangi bir kentte birdenbire aşırı derecede fazla Creutzfeldt-Jakob hastalığına rastlanması bir epidemi. Bir epidemi, AIDS hastalığı gi­bi gezegenimizin büyük bir bölümünü tehdit eder hale gelince “pandemi” adını alıyor. Bugün Dünya Sağlık örgütü, “Global Outbreak Alert and Res­ponse” adlı bir bilgi ağı oluşturmuş durumda. Bu, salgın hastalıkların seyrini izleyen bir dizi laboratuvar verilerinden oluşuyor.

Biyolojik Emperyalizm

Amerikan yerlisi uzaktan gelen bir atlı görür. Siyah elbisesi ve uzun şapkasıyla bir misyonere benzemektedir. Yüzü korkunç de­liklerle doludur. Kiowa yerlisi ya­bancıya “Sen  kimsin” diye sorar. “Ben Çiçek”im der yabancı. Yerli bu kez ne iş yaparsın diye sorar. “Ölüm getiririm” der Çiçek. Ger­çekten de Kristof  Kolomb ile baş­layan ve daha sonra İspanyol isti­lacılarla süregelen Amerika kıtası­nın keşfi sırasında, 100 yıl gibi kı­sa bir sürede çiçek salgınları tam 100 milyon Amerikan yerlisini yoketti. 1490 yılında Amerika yerlileri dünya nüfusunun yüzde 20 sini oluşturuyordu. Bir yüzyıl sonra, çiçek hastalığı yüzünden bu oran yüzde 3’e düştü. İşgalciler, yeni kıtada ekonomik faaliyeti sürdürebilmek için Afrika’dan milyonlarca zenci köle getirdiler. Bu kölelerin çoğu yolculuklarda hayatını yitirdi. Tarihçiler köle ti­caretinin sürdüğü 350 yıl boyunca, Atlantik Okyanusu’nun 15 milyon Afrikalıya mezar olduğunu söylü­yorlar Belki de bu nedenle Porte­kizliler, köle taşıyan kalyonlarına “tumbieros” yani “yüzen mezar­lar” adını vermişlerdi.

Bütün virüslerin en büyüğü olan çiçek, Eskidünya’da ilk kez Ortadoğu’da ortaya çıktı. Eşek ve ineklerde görülen bu hastalık, bu hayvanların evcilleştirilmesiyle insanlarla da tanıştı. Peki ama bir hastalık nasıl oldu da birkaç bin İspanyol maceracısının tüm Ame­rika kıtasını fethetmesine olanak sağladı, Afrika ile Amerika ara­sındaki demografik dengeyi alt üst etti ve bugün Karayiplerle ABD’nin kara bir nüfusla dolma­sına yol açtı?

Her ırkın kendi mikrobu var; Aztek kralı Montezuma, Hernan Cortes’in çiçek hastalığı taşıyan adamlarını karşılıyor.

1400’lere gelindiğinde Eskidünya at, eşek, keçi, koyun sığır gibi hayvanları evcilleştirmişti; Bu yardımcıların ve protein ihti­yacının karşılanmasının bedeli ise onların mikroplarını paylaşmak oldu. Ancak büyük kayıplar verdikten sonra, zaman içinde bu mikroplara karşı bağışıklık kazandılar. Orta Amerika halkları ise, mısır ve fasulye yetiştiriyor, hayvanları evcilleştirmekle ilgi­lenmiyordu. Son Buzul Çağı orta­da evcilleştirecek hayvan da bı­rakmamıştı. Nitekim Aztekler, protein ihtiyacını karşılamak için her yıl 50 bin insanı kurban edi­yorlardı.

Böyle olunca hayvanlar­la birlikte gelen hastalıklara karşı en küçük bir bağışıklıkları yoktu. İki toplumun keşiflerle karşılaş­masında yerliler yığınlar halinde ölürken, işgalciler ayakta kalıyor ve hatta hızla ürüyorlardı. Bu du­rumun en büyük etkilerinden biri de, Amerikan yerlilerinin kendi tanrılarına olan inançlarını yitir­meleri oldu. Bu nedenle misyo­nerlerin de çalışmasıyla, kısa sü­rede yığınlar halinde Hıristiyanlı­ğı seçtiler ve bu dinin en katı uy­gulayıcıları oldular.

İstanbul’da Veba

İran imparatoru Hüsrev’in Doğu eyaletlerini yağmaladığı, binlerce insanı köleleştirdiği, İranlıların katliamından kaçan Ermeniler’in yardım amacıyla İstanbul’a önemli temsilcile­rini gönderdiği ve Belisarius’un tekrar İtalya’yı ele geçirmek için sarayda imparator’u ziyaret ettiği bir zamanda, insanlığı yok etmek üzere olan bulaşıcı ve tehlikeli bir hastalık pey­dah olmuştu…

Veba salgını ilk olarak her zaman sahil yerleşim yerlerinde ortaya çıkı­yor ve iç bölgelere doğru yayılıyordu. İki yıl sonra baharın ortasında, veba dehşeti İstanbul’u da kuşatmıştı. Ölülerle ya da hastalarla ilişki kuran he­kimlerin ve diğerlerinin çok azına mik­rop geçtiğine tanık olunmuştu. İnsanlar hastalığa müdahale etmek veya ölüleri mezarlıklarda gömmek gibi hizmetlerin yerine getirilmesinde umula­nın ötesinde gayret sarf etmişlerdi. İstanbul’da çok insan, hezeyanlar ve acılar içinde, çıldırmış ve panik bir hal­de sahile doğru koşarak boğaz suları­na atlamış ve yok olmuştu.

Veba İstanbul’da dördüncü ayına girmişti, salgının en yıkıcı olduğu ve ölümlerin bir çığ gibi çoğaldığı dönem ilk üç ay içerisindeydi. Önce ölümler normalden biraz daha fazlaydı, sonradan ölenlerin sayısı sürekli artıyordu. Ve ikinci aya doğru ölenlerin sayısı günde beş bine ulaştı, ikinci ayın so­nunda bu sayı on binin üstüne çıkmıştı. Yüzlerce ev tamimiyle insansızlaştı. Bu nedenle her kesimde yaygınlaşan mahrumiyet yüzünden soylu insanlar­dan bazıları günlerce gömülmeden ortada kalmış, cesetleri kimselerin kapılarını çalmadığı evlerinde çürümüştü.

Daha önceden var olan bütün mezarlıklar tamamen ölülerle dolduruldu­ğundan İstanbul surları dışında birer birer mezar kazılmaya başlanmıştı. Cenazeleri gömenler mezarlıktan hemen uzaklaşıyorlardı Sonraları, bu mezarları kazanlar artık ölenlerin sayısına yetişemez olmuşlardı Galata’da yüksek nöbetçi kuleleri tavanlarına dek tıka basa gelişi güzel atılmış cesetlerle doldu; bütün nöbetçi kuleleri, içlerindeki insan cesetleriyle ve üzer­lerindeki damlarla birlikte doğal bir mezarlık haline dönüştürülmüştü. Bu­nun sonucu olarak, halâ sağ kalanları bunalıma iten kötü bir ruh ısrarla şe­hirde kalmaya devam ediyordu; özellikle cesetlerle dolu kuleleri yalayan rüzgâr, şehrin içine ölülerin kokusunu getirdiği zaman insanlarda sıkıntı ve korku daha da yoğunlaşıyordu. Artık ölüler önceden olduğu gibi kalabalık bir topluluk tarafından mezarlığa getirilmiyordu; tabut kullanımına son veril­mişti.

Dualar okunmuyor, şarkı türün­den ilahiler söylenmiyordu. Eğer ölüler omuzlarda İstanbul’un denize bakan sahil bölgesine taşınırsa yeterli sayılıyordu. Cesetler orada üst üste kayıklara fırlatılıyordu. Kayıkların nereye gittiği önemli değildi; yönünü dalgalar ve akıntı belirliyordu.

İstanbul vebaya esir düştüğü süre boyunca sokaklarda kimseciklere rast­lanmıyordu. Hâlâ yaşama şansına sa­hip olanlar evlerinde oturuyordu; ya hastalara bakıyorlar ya da ölülerinin ardından yas tutuyorlardı. Sokakta, evinden dışarıya çıkan birisine kazara rastlanıyorsa mutlaka mezarlığa cenazesini taşıyor demekti.

İstanbul’da tek bir kişinin bile bir mutlulukla, ya da hoşnut bir duyguyla yaşadığını görmek olanaksızdı. İmpa­rator Justinian’ın da vücudunda şişlik­ler çıkmış ama sonradan iyileşmişti. Vebanın sebep olduğu felaketler İstan­bul’da olduğu kadar diğer şehirlerde de vardı Sonraları ise veba, İmparatorluk sınırları dışına, İran’a ve diğer barbarların yaşadığı yerlere sıçramıştı.

(İstanbul’da İsyan ve Veba – Prokspius)

Asya Ülkelerini Durduran Salgın: SARS

İngilizce “Severe Acute Respiratory Syndrome” kelimelerinin baş harflerinden oluşan bir kısaltma olan SARS, dilimize “Akut Solunum Yetmezliği Sendromu” şeklinde çevrilebilir. AIDS’ten sonra çağımızın en kor­kulan salgın hastalığı kabul edi­len SARS, Asya kökenli. Hastalık ilk kez 26 Şubat 2003’te, Hanoi’de 46 yaşında bir işadamında gelişen akut atipik pnömoni ve solunum yetmezliği tablosu ola­rak tanımlanmıştı. Hastalığı ilk kez bildiren WHO görevlisi Dr. Carlo Urbani’nin kendisi de 29 Mart’ta SARS nedeniyle yaşamını yitirdi.

Ancak, Çin’in Guandong bölgesindeki olguların Kasım 2002’den itibaren ortaya çıktığı belirtiliyor. 38 derece ve üstü ateş, en önemli bulgusu. Bunun yanı sıra belirtiler şöyle gelişiyor: kuru öksürük, solunum zorluğu, nefes darlığı, nefes alırken devamlı artan ağrı, üşüme ve titre­me, boğazda yanma, burun akıntısı, kas ve eklem ağrıları, halsiz­lik, yorgunluk ve isteksizlik.

Korku, vahşet ve ölüm iç içe… İtalyan heykeltıraş Gaetano Zumbo’nun “Veba” çalışmasından bir detay. Gaetano, eserini tamamladıktan sonra Fransa Kralı 14. Louis tarafından Paris’e davet edildi ve hayatının son günlerini orada geçirdi.

Umudun Nal Seslerini Duyamamak

Sonuç olarak her uygarlık, tari­hin farklı dönemlerinde kendi öl­dürücü hastalığını yarattı. Gezegenimiz şimdilerde AIDS, Ebola, SARS ve diğer grip türevleri salgınıyla sarsılıyor. Üste­lik hızlı sanayileşme, doğanın katledilmesi, küresel ısınma yeni salgınların altyapısını oluştururken, sıtma, kolera gibi eski düş­manları da yeniden sahneye çıka­rıyor. Öte yandan modem yaşam insanın en güçlü silahını, bağışık­lık sistemini de elinden alıyor. Su ve hava kirliliği, aşırı nüfus artışı­nın yol açtığı kötü beslenme, uyuşturucu, böcek ilaçları, rad­yasyon, anne sütünden vazgeçil­mesi, gereksiz antibiyotik kullanı­mı, bağışıklık sisteminin savaşçı­ları olan T Lenfosit hücrelerinin sayısını azaltıyor, Buna karşılık bakteriler gittikçe güçleniyor. Dünyanın her türlü ekolojik böl­gesinde yaşayan bakterilerin hep­sinin tetrasikline dirençli genler taşıması, hem şaşırtıcı hem ürkü­tücü bir olay. Kısacası, hem altya­pı hem üstyapı koşullarıyla ve sü­rekli artan nüfusuyla gezegenimiz, önümüzdeki yıllarda Mahşerin Dördüncü Atlısı’nın acımasız ama tarih yapıcı tırpanına gebe. Ve bu durum, modern tıp, mikrop teorisinden vazgeçip, salgın has­talıkları ekolojik bir zorunluluk olarak görüp, neşteri bu noktalara vuruncaya kadar sürecek gibi.

Focus, 03/06

Facebook Notice for EU! You need to login to view and post FB Comments!
Exit mobile version