Güney Amerika’da Dünya Dışı Varlıkların Bıraktığı İzler

Eski Güney Amerika’nın Sırları

Tiahuanaco Harabelerinde Dünya Dışı Varlıkların Bıraktığı İzler

Tiahuanaco harabelerinin esrarı, tanınmış Alman arkeolog Schliemann tarafından da incelenmiştir. Bilindiği gibi Schliemann, Truva harabelerini yeryüzüne çıkarması ile ün yapmıştır. Schliemann, Tiahuanaco’da bazı petroglifleri okumaya muvaffak olmuştur. Onun tarafından tercüme edilen bir dikilitaş yazıtında aynen şunlar kazılıydı:

“Zira kudretli ide BlaCuin Rgyal, Kral Dri Cum’u tah­tından alarak göğe, yanına çekti. Onun yerine Ti Şe geçti”

Tercümeden başka bir bölüm daha:

“Sene 6 Kaan II Muluk günü, Zak ayında indik. 9 Şuene kadar kalacağız. Buraya ŞUKARA dendi. (Şukara Tiahuanaco’nun eski adıdır. Şimdiki yerliler hâlâ bu eski is­mi bilirler.) Yerli halka bilim öğrettik, kültür yaydık. Yeral­tında bir kent kurduk. Buna ÜST KUEŞA kenti adını ver­dik. 1. ŞUKARA Kralı Hu Yus’dur.”

Burada sözü edilen yeraltı kentinin giriş kapısını, tanın­mış Fransız tabiatçısı Alcide d’Orbigny bulmuştu. Schliemann’m Şukara olarak tercüme ettiği kadim Tiahuanaco’dan tarihçi Gonzales de la Rosa’da bahseder. Rosa uzun yıllar Peru’da araştırmalarda bulunmuştur. Dikilitaşlardaki petroglifleri tercüme etmiş, fakat maalesef anahtarı me­zara götürmüştür.

1625de yazdığı eserini 1627’de Cizvit Papazı Oliva’ya vermişti. Rosa’nın eseri 1909 yılına kadar  Vatikan’da saklı kal­mıştı. Buradan bazı bölümleri aktarıyorum:  

“Eski kentte iki ırk vardı. Hükmedenler ve yerliler. (İş­çiler) Şehir tamamı ile yeraltında kurulmuştu. Yeryüzünde yalnız işçilerin çalıştığı atölyeler ve evler vardı. İşçiler ye­raltı şehrinin havasına alışamıyorlardı. Çoğu bu yüzden öl­müşlerdi. İşçiler ölülerini yatar durumda gömerlerdi. Hük­medenler ise yakarlardı. Yakındaki adalarda (Titicaca Gölün­de) beyaz tenli sakallı bir ırk yaşardı. Göl kenarında muh­teşem bir saray vardı. Tiahuanaco’da ilk medeniyeti Uros’lar kurmuşlardı.”

Şukara hakkında ilgi çeken bir diğer konu da, bu böl­gede bulunan piramitlerin yapı bakımından Mısır Piramitle­rine benzemesidir!.. Kahire’nin 30 km. uzağındaki SAKKARAH piramiti, tıpkı Şukara piramidinin eşidir. (Sakkarah ve Şukara arasındaki isim benzerliğine dikkat.!!!)

Harabelerde dağınık bir halde bulunan taş bloklardan bi­ri üzerindeki petroglifler “Orejona” efsanesini hikâye eder. Bu taş bloka, stilize edilmiş özel elbiseler taşıyan astronot resimleri, uzay gemisi şekilleri işlenmiştir. Blokun üzerinde­ki petrogliflerin tercümesini yine Rosa’ya borçluyuz. Blok’un üzerinde şunlar yazılmıştı:

“İnsanlığın ilkel çağlarında, Titicaca Gölü’ndeki Güneş adasına güneş gibi parlayan altın bir kuş indi. Bu kuşun karnından bir kadın çıktı. Bu kadın öbür kadınlara çok ben­ziyordu. Yalnız başı konik biçimde, kulakları uzun (Buda heykelinde görüldüğü gibi), elleri dört parmaklı ve parmak­ları ince bir zarla bağlıydı. Adı OREJONA idi. OİGH’den geliyordu. (Oigh bir gezegen mi?) Oigh’de hayat şartları, hemen hemen burayla aynı idi. (Orejona efsanesinin kazılı bulunduğu monolit blok üzerinde bir uzay gemisi resmi ve bir de gezegen şekli belirtilmiştir. Uzay ge­misi ile gezegen paralel çizgilerle birbirine bağlanmış haldedir. Ha­len Peru’da yaşayan kabilelerden biri “OREJONA” adını taşır. Bu kabilenin insanları, tarif edilen Orejona gibi uzun kulaklıdır!..)

Orejona çok bilgiliydi. Görevi, indiği yeni dünyada yeni bir millet yaratmaktı. Yerli erkeklerden birçokları ile birleşti. Doğurduğu çocuklar analarına çektiler. Çok akıllı bir ırk meydana geldi. Bir zaman sonra Orejona’nın görevi sona er­di. Yine altın kuşuna bindi, göklere uçtu, geldiği yere gitti.”

Tanınmış Rus bilgini Alexander Kazantsev, bu bölgede yaptığı araştırmalarda şöyle diyordu:

“Orejona, (Venüslü Havva) ve daha sonra Venüs gezege­ninden gelenler, yüksek And Dağları plâtosunda ileri bir medeniyet kurmuşlardı. Prehistorik çağlarda çevrede geniş sömürge alanları tesis etmiş, ileri uygarlıkları sayesinde ha­kimiyet alanlarını kısa zamanda uzaklara yaymışlardı. Bü­yük şehirler, atölyeler, fabrikalar kurdular. Gemileri ile yer­yüzünde kıtalararası ticari ilişkileri yürütüyor, uzay taşıtları sayesinde gezegenlerarası gidiş gelişleri sağlıyorlardı.”

Popol Vuh’un Yazdıkları

Popol Vuh, Mayaların incil’i sayılır. Latinceye tercüme­si 1544’de Adrian Recinos ve Villacosta tarafından yapıldı. Kitap; Yaratılış, Tanrıların savaşı, göçler ve yerleşmeler bölümlerinden ibarettir. Tekvin kısmı, İncil’deki Tekvin’e çok benzer.

İşte Popol Vuh’dan İlginç Bir Pasaj:

“Zaman çeşitli bölümlere ayrılmıştır. Birinci zaman, Kaplan Güneşi zamanıdır. Bundan sonra büyük Rüzgârın Güne­şi, daha sonra Ateşli Gök Güneşi zamanları geçmiştir. Bir de şimdiki zaman vardır. Şimdiki zaman dünyanın sonuna  kadar devam edecektir. Ve işte, üçüncü zaman insanları, tanrılar tarafından ölüme mahkûm edildiler. Ve büyük bir ateş, zehir, taş yağmuru göklerden yağdı. Ateşten daha sıcak rüz­gârlar insanlığı mahvetti. (Burada nükleer bir savaş mı anlatılıyor?)  insanların önce tırnakları döküldü derileri soyuldu, gözleri kör oldu, etleri çürüyüp dağıldı. Bu felaketten  korunmak için insanlar mısır yığınları gi­bi evlerde üstüste yığılıp saklandılar. Fakat öldüren rüzgâr her yere erişti. Hepsini eritti. Mağaralara saklanmak isteyenler mağaraları erimiş buldular. Ağaçlara tırmananlar ağaçlarla birlikte yandılar. O sırada uzaklarda bulunan avcılardan bile pek çoğu zehirlendi, çoğunun vücutlarında büyük yaralar açıldı.”

Bilginler tarafından yapılan incelemeler, Maya Quichi’lerinin kutsal kitabı Popol Vuh’un Tevrat’tan, Hintlilerin Veda’larından ve İranlıların Zend Avesta’sından çok daha es­ki olduğunu ortaya çıkarmıştır, işin asıl şaşırtıcı tarafı, Po­pol Vuh’un yazdıklarının Hint asıllı kutsal yazılarla (Ramayana ve Drona Parva) desteklenmesidir!..

Bu Hint yazılarında şüpheye yer bırakmayacak şekilde bir nükleer savaşın hikâyesi anlatılmaktadır. Onlardan alın­mış şu pasajı inceleyelim:

“Güneşten 10.000 defa daha kuvvetli olan korkunç ateş, şehirleri mahvetti. Bu ateş insanların saçlarını ve tırnakları­nı döktü. Duvarlarda yalnız gölgeleri kaldı. (Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından sonra çekilen fotoğraflarda, yüksek ısı dolaysıyla buharlaşan insanlardan geriye duvarlarda insan gölgeleri kaldığı görülüyordu!..) Kuşların tüy­leri beyazlaştı. Bu ateşten kurtulmak için, askerler kendile­rini nehirlere attılar. Sağ kalanlar yaşayabilmek için eşyala­rını nehirde yıkadılar. Bunlar birdenbire değiştiler maymunlaşıp ormanlara çekildiler. Üçüncü zaman insanlarından, maymunlardan başka yara­tık kalmadı. Derler ki, maymunlar insanlardan türediler, o yüzden insanlara çok benzerler.”

Hint kutsal kitaplarından bir diğeri olan Mosola Purva’da da bu konu ile ilgili yazılar buluyoruz: “Bu bilinmeyen bir silâhtır; Demirden bir şimşek…. ölümün büyük habercisi… VRİŞNİ ve ANDAKA ırklarını bir anda mahvetti. Yanan cesetler tanınmaz hale gelmişlerdi. Birkaç saat içinde yiyecek maddeleri çürüdü, zehirlendi. Ve işte KUKRA, uçan bir VİMANA’dan üçlü şehir üzerine uzayın kuvvetini içinde taşıyan ölüm taşını attı. On bin güneşe bedel, dumanla karışık bir ateş gökyüzüne yükseldi. (Atom bombası parçalanması aynen tarif ediliyor.) Vimana gökteydi. Fakat aşağıda, üçlü şehirden iz kalmamıştı.”

Bir Vimana çizimi

Bu çok eski yazıları inceledikten sonra oturup düşüne­lim. Asya ve Amerika… Birbirinden 20.000 km. uzakta iki ayrı kıta…. İkisinin de kutsal yazılarında aynı şeyler yazılı!.. İster istemez, çok eski çağlarda dünyanın iki ucunda patlak ve­ren bir nükleer savaşı düşünmeye zorlanıyoruz!.. Bugün artık, çok eski devirlerde Asya ve Amerika kıta­larında nükleer silâhların kullanılmış olduğu birçok bilim adamı tarafından kabul edilmektedir.

Kuzeyden Gelen Tanrılar

Teotihuakan Güneş Piramidi’nde şöyle bir duvar yazısı­na rastlıyoruz:

“Quetzalcoatl (Tolteklerin beyaz tanrısı) insanların en ya­kın dostuydu. Uygarlığı, ateşin sırrını, madenin işlenmesini hep ona borçluyuz.”

Toltek ve Aztekler, Quetzalcoatl adındaki tanrıyı parlak gezegenden (yani Venüs’den) gelmiş olarak bilirlerdi. Başka bir yazıtta, aynı ilah için şunlar yazılıdır:

“Sonraları o, Tulla şehrinin boğucu zehirinden kaçarak eski şehir Tlapallan’a yerleşti. Arkadaşları ile birlikte, gel­diği yere dönmek üzere kuş kılığında batı denizine doğru uzaklaştı. Çok sevdiği halkından ayrılıp, gitti.”

Burada “Tulla şehrindeki boğucu zehir” deyimi dikkati çekmektedir. Belki de “Tanrı” diye vasıflandırılan kimseler aslında birer uzay adamıdır ve aralarında nükleer silâhlarla savaşmış oldukları için şehirlerin havası zehirlenmiş (tehlikeli derecede radyoaktivite ihtiva etmiş) olabilir. Eldeki di­ğer deliller, bu teoriyi destekler mahiyettedir. İnkalar’ın tanrısı Virakoşa da halkından ayrılıp gitmiştir. Efsanelere göre, Yukatanlar’ın tanrısı Kukulkan 19 arkada­şı ile birlikte gelmiş tam on yıl Yukatan’da yaşamış, Hal­kına uygarlık ve iyiliğe götüren yasalar bıraktıktan sonra güneşe doğru uçup gitmişti.

Genel bir kaide olarak bütün Güney Amerika’da eski medeniyetleri kuran tanrılar göklerden geliyorlar, belirli bir süre kaldıktan sonra yine uçarak geldiklere yerlere gidiyorlar. Tanrıların ortak bir özelliği “beyaz” olmaları ve çok şey bilmeleridir!..

Atlantlılar’ın İzinde

Tolteklerden kalma bir belge, doğudaki “Aztlan” diyarın­dan batı topraklarına göç eden sekiz kabileden söz eder. Eski Meksika yazıtlarında Aztlan, dağlık, büyük bir ada olarak geçer.  Ada yüksek bir duvarla çevrilidir. Çevresinde geniş bir kanal vardır. Toltekler ve Olmekler, Aztlan adasını atalarının yurdu olarak kabul ederler. Venezuela ve Darien yarımadası yerlileri hemen hemen kesinlikle beyaz ırka mensupturlar. Saçları kumral, gözleri mavidir. Bunlar, eski Atlantik ırkının tipik temsilcileri ola­rak gösterilebilir. Beyaz ırka ait bir diğer kabile, Venezuela ormanlarında yaşamaktadır  ve günümüze kadar özelliklerini kaybetmemiş­tir. Bunlar, oturdukları yere “ATLAN” adı veren, bakir or­manların halkı Pariya’lardır.

Bu efsanenin ana teması yine, doğuda vaktiyle Pariyalar’ın atalarının yaşamakta olduğu gök kadar büyük bir ada­dır. Tabii bir felâket yüzünden ada halkı şimdiki Venezuela kıyılarına yerleşmişlerdir. Toltek, Zapotek, Olmek, Maya ve Aztekler’den kalma taş anıtlarda, Venezuela’da görülenlere benzer hiyerogliflere rast­lanmaktadır. Bu ideogramlardan bazıları Aztek ve Maya uy­garlıklarından kalma petroglif yazılara benzemezler. Ama… Mısır uygarlığı kalıntılarında görülen hiyeroglifleri andırırlar!.. Bilginler, Venezuela’da bulunanlarla Mısır hiyeroglifleri arasında belirli ortak yönler bulmuşlardır.

Tarih Öncesi Devirlerdeki “Kara Elbiseli Misyonerler”

Çin’den Kolombiya’ya ve eski Peru’ya, Orta Amerika cangıllarından Burma’ya, doğudan batıya birçok gelenekte, çok uzak bir ülkeden gelen kara elbiseli garip adamlardan söz edilir. Bunlar aniden ortaya çıkarak büyük bir felâke­tin geleceğini önceden haber vermeye çalışmışlardı. Bu insanlar hakkında söylenebilecek tek şey, “Kara Elbiseli Adamların M.Ö. 11.000 yılından önce Amerika ve Güney Asya’da aniden ortaya çıktıkları gibi, aniden kaybol­maları idi.

Yukarda belirtilen tarihte Atlantis ve emperyal kolonisi Hy-Brasil’in bütün şehirleri ile birlikte sulara gö­müldüğü sanılıyor. Eski Brezilya’daki Atlantis İmparatorluğuna, eski İrlandalı göçmenler “Hy-Brasil” diyorlardı. Efsanevi öncü Quetzalcoatl, muhtemelen Atlantis Brezil­ya’sından gelerek vahşi Orta Amerika’ya medeniyet getirmişti. Eski Mexico konusunda yerli geleneklerini toplayan Fransisken misyoneri Juan Torquemada,”Quetzalcoatl, be­yaz tenli, sarışın ve sakallıydı,” demektedir.

Torquemada, “Monarquia Indiana” adlı kitabında; “Quetzalcoatl, uzun boylu sarışın bir adamdı ve üzerin­de küçük kırmızı haçlar ihtiva eden siyah bir cüppe giyer­di” diye yazmaktaydı. Mexico’nun İspanyol tarihçisi Clavigero, Quetzalcoatl’i Toltekler’in başkenti Tula’nın baş rahibi olarak nitelendirir. Torquemada kitabının, “De la Poblaçon de Tulla y su Senorio” başlıklı bölümünde, “Toltekler, Quetzalcoatl lider­liğinde karaya ayak basarak, iç taraflara doğru ilerlediler ve Tullan şehrini kurdular” diye yazmaktadır. Toltekler, ülkenin yerlileri ile evlenerek Quetzalcoatl ko­mutanlığında Orta Amerika’nın diğer bölgelerini de kolonize etmişlerdi. Quetzalcoatl ve diğer Atlantisliler ya Hy-Brasil’den ya da Atlantik Okyanusu’ndaki Atlantis anavatanından gelmişlerdi. “Kara Elbiseli Adamlar,” Atlantis’li veya “Hy-Brasil”li idiler.

Eski Meksika tradisyonunda, Mexico ve Orta Amerika’ya ilk yerleşenlerin beyaz tenli insanlar olduğu anlatılır. Guatemala yerlileri, İspanyol fatihleri zamanında onlara şu gelenekleri aktarmışlardı:

“Çok açık beyaz tenli Kral Quetzalcoatl, istilacı esmer renkli bir ırka teslim olmayı reddetmişti. Esir olarak yaşa­yamayacağını söyleyerek, beyaz halkı ile birlikte gemilere binerek, doğan güneşin yönündeki uzak bir ülkeye doğru hareket etti. Oraya vardıktan sonra o ve halkı oraya yerle­şerek büyük bir ırk haline geldiler. Beyaz halkın bir kısmı, eski Orta Amerika’daki büyük savaş sırasında ormanlara kaçtı ve bir daha kendilerinden hiçbir haber  alınamadı. Geri kalanlar esmer tenli insanlara esir düşerek köleleştirildiler.”

Aztekler, “Codex Vaticanus,” Quetzalcoatl’i Hz. İsa gibi bir bakirenin oğlu olarak tanımlar. Orta Amerika Quiche yerlilerinin İncil’i sayılan Popol Vuh’da “Votan” ve Votanlar’dan bahseder. Eski Brezilya kabileleri İskandinav tanrısı Odin’e taparlardı. (Odin –ya da “vahşi” veya “öfkeyle kabaran” anlamında Woden- Kuzey mitolojisinde Bor ve Bestla’nın oğlu, tanrıların en yaşlısı, en büyüğü ve yöneticisi. Ölümlülerin babası, savaş tanrısı) Bu kült uzak güneyden eski Panama’ya kadar bir hayli yaygındı.

Güney Amerika’daki, Kolomb öncesi mevcut beyaz ırkın yokedilmesi, ilk “İnka Güneş İmparatorluğu” kurulmadan önce gerçekleşmişti. Bu beyaz imparatorluğun torunlarının bugün hâlâ yaşıyor olması mümkündür. Bunların Brezilya’nın keşfedilmemiş bölgelerinde,  And Dağları bölgesinde ve Amazon Nehri civarında yaşadıkları sanılmaktadır. Bugün Titikaka gölü civarında yaşayan modern yerli kabileleri olan “Colloan” veya “Aymara” yerlilerinin ataları Cieza de Leon’un 1535’de tuttuğu kayıtlara bakılırsa göl üzerindeki adada yaşayan çok eski, sakallı ve beyaz tenli bir ırkı, İspanyollar gelmeden çok önce yok etmişti. 1926 veya 1927 yıllarında Hamburg’dan yola çıkan bir Alman doktor, Brezilya’nın bilinmeyen bir bölgesinde beyaz yerlilerle karşılaşmıştı.

Alman doktorun anlattıklarına göre, yerliler eski Grek tipindeydiler. Bunlar kollarında ve boyunlarında altın takılar taşıyorlardı. Unutulmamalıdır ki, ünlü beyaz “Amazon” kadın savaş­çılar da bu bölgeden çıkmıştı. Brezilya’nın vahşi ormanlarında ve Amazon Nehri civa­rında, kuruluş tarihleri M.Ö. 50.000-60.000 yıl öncesine kadar uzanan prehistorik şehirler bulunmaktadır. Buralarda sakallı, beyaz tenli ve mavi gözlü yerlilere rastlanmaktadır. Bu yerliler Sanskritçe’ye benzer bir lisan kullanmakta ve kuzeyli tanrı Odin’e tapmaktaydılar.

Atlantis’in Güney Amerikan kolonilerinden birisi muhte­melen bugünkü Brezilya idi. İlginçtir ki, “Brazil” adı eski İrlandalı Kelt’ler  tarafından da biliniyordu. (Kuzey batı Arjantin’de bir yerli kabilesi tamamen Cal’ce veya İr­landa lisanına benzer bir lisan konuşmaktaydı. Bu kabilenin modern İrlanda veya İskoçya ile hiçbir ilgileri yok­tu, çünkü ataları İspanyol fatihlerden yüzlerce yıl önce oralara yer­leşmişlerdi. 1910 yılında İrlandalı bir gezgin Arjantin Pampada bu yerlilerle karşılaşmış ve “Indios Patanios” denilen bu yerlilerle İr­landa lisanı ile konuşmuştu!.. Daha da ilginci, bu kabile üyelerin­den bazıları İrlandalı Kelt’ler gibi mavi gözlü ve kızıl saçlıdır.)

Efsanelere bakılırsa, Quetzalcoatr’ın, eski Mexico ve Orta Amerika’nın Hz. İsa’ya benzer bir şahsiyeti olduğu anlaşıl­maktadır. Aztekler, İspanyol fatihlere Quetzalcoat’ın Aziz Thomas olabileceğini söylemişlerdi, ilginçtir ki Aziz Thomas, Quetzalcoatl’dan tam 9000 yıl sonra dünyaya gelmişti. Quetzalcoatl, Mexico körfezindeki Panuco’ya ayak bastı­ğı sıralar, bir diğer beyaz tenli, sakallı bilge adam, bugün­kü Kolombiya’nın olduğu yere gelmişti. Yerliler ona “Boc­hicha” veya “Zuhe” diyorlardı. O, Chingasa’nın doğusun­daki bir ülkeden gelerek aniden ortaya çıkmıştı. Efsanelere göre, Bochicha’mn ortaya çıktığı zamanlarda “Ay”, dünyamızın uydusu değildi!.. (Bu bize Hörbiger’in teorisini hatırlatıyor. Bu konuda bakınız; “Hitler Almanyasının Gizli Tarihi” (Kozmik Buz Teorisi).)

İddialara göre, Bochicha tam 2000 yıl yaşamıştı. Şurası da unutulmamalıdır ki, 2000 yıl hesaplanırken 1 yıl = 365 gün değildi. Başka bir Peru geleneğinde, İnkalar’ın “Virakoşa” veya “Ayar Manko Kapak” dedikleri beyaz tenli sakallı bir ada­mın, Titikaka Gölü’ndeki adanın üzerinde birdenbire ortaya çıktığı anlatılır. Hy-Brasil denilen Atlantis kolonisini, göklerden gelen ateş (Venüs gezegeninin yörüngesini değiştirmesi sonucun­da) ve depremler yoketmişti. Matto Grosso çevresindeki keşfedilmemiş ölü şehirler, bu prehistorik medeniyetten arta kalan harabelerdir. Richard Oglesby Marsh adlı bir Amerikan bilim adamı­na göre, eski Atlantis kökenli Brezilya medeniyeti, Maya­ların ve İnkalar’ın kültürlerinin temelini teşkil etmiştir.

Güney Amerika Devleri

Dominiken misyoner Pedro de los Rios, “Nueva Espana” adlı kitabında (1566) belirttiği bir Aztek geleneğinde, bü­yük felaketten ve tufandan önce, Anahuac ülkesinde (Eski Mexico) devlerin yaşadığından bahseder. Bu devler, Kara Elbiseli Misyonerlerin doğudaki vatan­larına, yani Atlantis’e veya Hy-Brasil’e dönmelerinden son­ra ortaya çıkmışlardı. Eski Meksikalılar doğudaki göklerde görünen parlak ışık­lı gezegenin Ay değil, Venüs olduğunu söylerler. Acaba bu­gün dünyanın uydusu olan Ay, 12.000 yıl önce mi dünya­nın çekim alanına girmişti? Hiç şüphesiz Ay’ın dünyanın uydusu olma aşamasında, dünya üzerinde büyük bir felâket yaşanmıştı.

Eski Peru geleneğinde devlerin denizden gelerek Inca Ayatarco Cuso bölgesine girdikleri anlatılır. Quicha Peru’lu yerlilerin İspanyol askeri rahibi Don Cieaza de Leon’a 1545 yılında anlattıklarına göre, denizden gelen devler o kadar uzun boylu idiler ki, diz çöktükleri zaman bile en uzun boylu insandan daha uzundular. Ülkenin içlerine doğru ilerleyen devlerin bazıları çırılçıp­lak, bazılarının ise üzerinde vahşi hayvan postundan giysiler vardı. Ülkeyi yağmalayan devler su bulamayınca, dev kayaları kullanarak derin kuyular inşa etmişlerdi. Bugün (1545’de) devlerin inşa ettikleri kuyular hâlâ kullanılır durumdadır. Devler zayıf yerli direnişini ezerek bütün Peru’yu elle­rine geçirmişler ve yerli kadınları da kendilerine eş olarak almışlardı. Fakat bu kadınların birçoğu devlere dayanama­yıp ölmüşlerdi.

Cieaza de Leon, 1560 yılında Cuzco’da çok büyük in­san kemikleri ihtiva eden bir mezar bulunduğundan söz eder. Buna benzer kemikler Mexico City’de de çok sayıda bulunmuştur. İspanyol misyoneri ve tarihçi Padre Acosta, 1560 yılın­da Manta, Peru’da dev iskeletler bulunduğundan bahseder. 1928 yılında Ekvator’da bir mağarada dev insan kemikleri bulunmuştu. Mağarada bulunan eski insanların uzunluğu 2,44 metreyi aşıyordu. Buna benzer dev insan iskeletleri modern Mexico’nun Pasifik kıyılarında da bulunmuştur. Peru’nun efsanevi devleri ülkedeki megalitik yapıların ustalarıydı. Tiahuanaco’nun esrarengiz insanlarının bu dev­ler olduğu sanılmaktadır.

Eski Avrupa’nın da devleri vardı. Homer’in Lestrygonlar’ı devlerdi. Bu devlerin eski Norveç’te yerleştikleri sanıl­maktadır. Norveç’teki bazı mağaralarda devasa boyutlarda kol ve bacak kemikleri bulunmuştur. Eupolemus’un da doğruladığı gibi, eski Babilli rahipler, eski Babil’i büyük tufandan kaçan devlerin kurduğunu söy­lüyorlardı. “Tanrının çocukları” denilen bu devler, ünlü Babil Ku­lesi’ni inşa eden büyük astrologlardı ve Babilli rahipler bü­tün gizli bilgileri onlardan almışlardı. Bazı iddialara göre, tufandan önce ve sonra ortaya çı­kan bu devler, Atlantis’teki aşağı bir kastın liderleri idiler. Bunlar, Titanlar’ın tanrılara, İblis’in Tanrı’ya isyan etmesi gibi, Atlantis’teki hakim olan kasta karşı isyan etmişlerdi. Eski İrlanda’nın Fomorian’larına, eski Britanya’nın dev tanrılarına ait efsaneler, bu halkın hatıralarını taşırlar.

_______ooOoo_______

Kaynak:

Yeraltındaki Gizli Dünyalar – Turgut GÜRSAN

Visited 56 times, 1 visit(s) today

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir