İçindekiler
“İsrail’in ihrac ettiği şey, sadece silah cephane, deneyim ya da uzmanlık değil, aynı zamanda belli bir düşünüş şeklidir. 3. Dünya’nın kontrol edilebileceği ve 3. Dünya’ya hükmedebileceği, buradaki radikal hareketlerin durdurulabileceği ve modern Haçlıların bir geleceğe sahip olabileceğini öngören bir düşünüş, bir hissediş şekli.” (Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection; Who Israel Arms and Why)
Kitabın önceki bölümlerinde incelediklerimiz bizlere açıkça gösteriyor ki; Kuran’ın İsra Suresi’nin başında haber verilen “İsrailoğulları’nın ikinci yükselişi”, içinde yaşadığımız döneme karşılık gelmektedir. Kabalacıların geliştirdiği Mesih Planı ile yüzyıllardır süren bir çabanın sonucu olan bu yükseliş, bugün, yani İsraillilerin Mesih’in gelişini “an meselesi” olarak gördüğü bir dönemde, doruğa ulaşmıştır.
Bu aşamada dikkat edilmesi gereken bir nokta, İsra Suresi‘nin başındaki ayette yer alan kitapta İsrailoğullar’ına şu hükmü verdik: “Muhakkak siz yer (yüzün)de iki defa bozgunculuk çıkaracaksınız” (İsra Suresi, 4) ifadesidir. Ayette açıkça, Yahudi önde gelenlerinin tüm yeryüzünü kaplayan bir “bozgunculuk”, yani savaş, terör, baskı, şiddet, anarşi, zulüm vs. Hareketini organize edeceklerini bildirilmektedir.
Peki bugün bu bozgunculukla karşı karşıya mıyız?
Kitabın önceki bölümlerinden yola çıkarak bu soruya kolaylıkla olumlu cevap verebiliriz. Bu yüzyılda yaşanan savaşlarda; I. ve 2. Dünya Savaşları’nda ya da Vietnam savaşı gibi Soğuk Savaş dönemi çatışmalarında Yahudilerin büyük rolü olduğunu gördük. Bunun yanında insanlar üzerindeki baskı ve şiddetin en önemli kaynağı olan ve en çok da bu yüzyılda hüküm süren totaliter devlet sistemlerinin de aynı kaynaktan geldiklerini biliyoruz. (Naziler’in, totaliter komünizmin, baskıcı seküler ulus-devletlerin Yahudi önde gelenleriyle olan ilişkisini ve CFR’nin totaliter toplum projelerini hatırlayın.)
Ancak tüm bunların yanında, eğer bugün dünyada bir “bozgunculuk” yaşanıyorsa, bunun en etkili olduğu coğrafyanın “3. Dünya” diye bilinen coğrafya olduğuna kuşku yoktur. Afrika’da, Latin ve Orta Amerika’da ya da Asya’da yer alan fakir, gelişmemiş hatta aç 3. Dünya ülkelerinin halkları, bugün dünya sistemi içinde en çok ezilen, en çok acı çeken halklardır.
3. Dünya halklarının çektiği acıların en büyük nedeni ise, az gelişmişliklerinden kaynaklanan ekonomik sıkıntılar değildir. Bu halkların acılarının en büyük nedeni, onlara sunulan siyasi sistemlerdir. Çünkü 3. Dünya’nın çok büyük bir bölümü, son 50-60 yıldır, özellikle de Soğuk Savaş döneminde, faşist rejimler tarafından yönetildi. Bu rejimlerin başındaki diktatörler bu ülkeleri sömürürlerken kendileri de inanılmaz bir lüks içinde yaşıyorlardı; buna karşın ülke nüfusunun yarısı açlık sınırında hayatını sürdürüyordu. Bu ülkelerde iktidar bugün de hala genellikle askeri cuntalar arasında el değiştirir. Bu cuntaların genel mantığı, halkı ne kadar ezerlerse, o kadar güç elde edecekleri şeklindedir.
Başka bazı 3. Dünya ülkeleri onyıllarca süren içsavaşların kurbanıdırlar. Farklı ideolojik ya da etnik kökene dayanan gerilla grupları iktidar için savaşır ve karşı gerilla grubuyla birlikte halkı da öldürürler. Zaten 3. Dünya ülkelerinin sınırları da etnik ve kabilesel çatışmaları körükleyecek bir biçimde çizilmiştir. Özellikle Afrika ülkelerindeki sınırlar yapaydır; kıtayı 1960’lara dek ellerinde bulunduran Avrupalı sömürgeciler tarafından masa başında çizilmişlerdir. Bu yapay sınırlar nedeniyle kabileler bölünmüş, bir kabile iki ayrı devletin topraklarında kalmış ve bir devletin içine de pek çok kabile sıkıştırılmıştır. Kıta halkının talepleri gözönünde bulundurulmadan yapılan bu yapay dağılım, yalnızca sömürgecilerin çıkarına uygundur. Sömürgecilerin bu bölme stratejisi ise Kuran’da bildirilen “gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü. Çünkü o, bozgunculardandı” (Kasas Suresi, 4) hükmüne göre, tam bir bozgunculuktur.
Kısacası, 3. Dünya’nın durumuna baktığımızda yüzyılımızda yeryüzünde tam bir “bozgunculuk” yaşandığını; insanların baskıcı rejimler tarafından ezildiğini, iç savaşlarla yok edildiğini görebiliriz. “3. Dünyacı” literatüre biraz göz gezdirmek, dünyanın bu geri bırakılmış ülkelerinde ne gibi acıların yaşandığını anlamak için yeterlidir. Bunlara ilerleyen sayfalarda da kısmen değineceğiz.
Ancak, İsra Suresi’nin başındaki bildirilen haberi aradığımız için bizi burada asıl olarak ilgilendiren, 3. Dünya’yı kasıp kavuran bu “bozgunculuğun” içinde Yahudilerin ne gibi bir yeri olduğudur.
Bu soruya genel bir cevap verilebilir: Bugün yürürlükte olan dünya sistemi, Yahudi önde gelenleri ve masonlar arasındaki İttifak’ın ürettiği Yeni Seküler Düzen’dir ve dolayısıyla da bu Düzen’in bir sonucu olan 3. Dünya acılarından İttifak sorumludur. Ayrıca 3. Dünya’da yaşanan acıların kaynağı çoğu kez başta ABD olmak üzere Batılı güçlerdir ve bunlar da İttifak’ın denetimi altındadırlar. Dolayısıyla 3. Dünya’daki bozgunculuğun arkasında Yahudi önde gelenlerinin önemli rolü vardır.
Ancak bu sorunun cevabına ışık tutan daha da ilginç ve özel bilgiler vardır. Bu bilgiler doğrudan İsrail Devleti’nin 3. Dünya’daki faaliyetleri ile ilgilidir ve bu devletin genelde pek bilinmeyen daha doğrusu gözlerden saklanan önemli bir özelliğini ortaya çıkarmaktadır.
The Israeli Connection
Bu bölümde kendisine en çok başvuracağımız kaynak, İsrail Hayfa Üniversitesi’nde psikoloji profesörü olan Benjamin Beit-Hallahmi’nin The Israeli Connection: Who Israel Arms and Why (İsrail Bağlantısı: İsrail Kimi Neden Silahlandırıyor) adlı kitabıdır. Hallahmi, bir Yahudi, hatta bir İsrail vatandaşı olmasına karşın, kitap boyunca tarafsız bir bakış açısıyla Yahudi Devleti’nin 3. Dünya’daki kirli çamaşırlarını ortaya döküyor. Sonuçta ortaya çıkan tablo, Hallahmi’nin de dediği gibi inanılması zor, ancak son derece gerçek bir tablodur.
Hallahmi, kitabının “Vorster Kudüs’te” başlıklı girişinde böyle bir kitap yazmaya neden gerek duyduğunu şöyle anlatıyor:
Beni bu kitabı yazmaya iten olaylar dizisi, yaklaşık on yıl önce, 1976 Nisan’ının bir gecesinde başladı. Hayfa’daki dairemde İsrail televizyonunun akşam haberlerini izliyordum. Haber bültenindeki diğer haberleri hatırlamıyorum ama özellikle bir olay hemen dikkatimi çekti. Bu haberde, Güney Afrika Cumhuriyeti Başbakanı Balthazar Johannes Vorster’in, İsrail’e yaptığı resmi ziyaretin ilk günü gösteriliyordu. İsrail televizyonu haber bülteninin seyircilere yansıttığı sahneler ise Vorster’ın İsrail’deki Soykırım müzesi Yad Vashem’i ziyaret ettiği sahnelerdi.
İsrail’e yapılan her resmi gezi Yad Vashem’e yapılan bir ziyaret ile başlar. Burası, havaalanından Kudüs’teki herhangi bir otele giderken yol üstünde durulan ilk noktadır. Bu ayinin amacı, İsrail’in Soykırımla olan ilgisini ifade etmek, ülkeyi Soykırımdan kurtulanlar için bir cennetmiş gibi yansıtmak ve diasporadaki Yahudi varlığının bir tehlike olduğunu iddia edenlere karşı bir cevap vermektir. Bunun ikinci amacı ise ziyaretçide suçluluk duygusu oluşturmaktır. Bir çok İsrailli için, Vorster’ın ziyareti sadece bir yabancı lider tarafından yapılan bir diğer resmi ziyaretti. Vorster, İsrail basını tarafından, İsrail’in yakın bir dostu ve Kutsal Topraklar’a kutsal bir gezi yapan dindar bir adam gibi gösterilmişti. Sadece, İsrail’in New York Times’ı sayılan Haaretz gazetesinin editörü, Vorster’ın bir Nazi işbirlikçisi olduğunu ve İsrail kanununa göre tutuklanması ve İsrail topraklarına ayak bastığı anda yargılanması gerektiğini yazdı. Oysa, Vorster Tel-Aviv havaalanına indi, yere kırmızı halılar serildi ve İsrail’in başbakanı Yitzhak Rabin onu sıcak bir şekilde karşıladı. İsrail basınında bir çok sıcak karşılama haberi çıktı.
Zaman geçtikçe, İsrail-Güney Afrika ittifakı üzerinde hazırladığım dosyaların sayısı basından kestiğim haberler ve raporlarla arttı. 1970’lerin sonlarında, bu kez de dünyanın başka bir bölümü basının dikkatini çekti. Temmuz 1979’da bir Cuma gecesi, haberlerde, Nikaragua’nın başkenti Managua’ya doğru ilerleyen Sandinista asileri, iktidardaki son günlerini yaşayan Anastasio Somoza’ya gönderilen yepyeni İsrail silahlarını çıkarırken gösteriliyorlardı. Böylece yeni bir dosya oluşturmaya başladım, bu sefer Orta Amerika üzerine eğildim. Çok kısa zaman içinde bu dosya da gazete haberleri ve kitapçıklarla doldu. (Filipinler Başkenti) Manila‘dan (Nikaragua başkenti) Managua’ya kadar dünyanın her tarafına ulaşan İsrail müdahalelerini ortaya koyan dosyalar biriktikçe, global bir strateji keşfetmeye başladığımı ve bu stratejiyi anlamak için daha çok çaba sarfetmem gerektiğini anladım. 3. Dünya’daki İsrail faaliyetlerinin çapı, İsrail’in dostları için de düşmanları için de şaşırtıcı ve endişe vericiydi. Bu tablonun geneline bakıldığında ve bunun altında yatan model düşünüldüğünde, bu stratejinin gerçekte ne olduğu merak edilebilir. Son on yılda 3. Dünya’daki hangi olaylı noktaya bakarsanız bakın, gazete sayfalarında soğuk soğuk gülümseyen İsrail subaylarıyla ve parlayan İsrail silahlarıyla karşılaşırsınız. Artık bu görüntüler sıradan olmuştur; Uzi hafif makineli tüfeği ve Galil saldırı tüfeğinin adıyla anılan Uzi, Galil ya da Golan adındaki İsrail subayları. Onlara Güney Afrika’da, İran’da, Nikaragua’da, El Salvador’da, Guatemala’da, Haiti’de, Namibya’da, Tayvan’da, Endonezya’da, Filipinler’de, Şili’de, Bolivya’da ve birçok başka yerde de rastlayabilirsiniz.
İlerideki bölümlerde, İsrail’in 3. Dünya’daki müdahalelerini ortaya koyacak ve sonra da bu müdahalelerin ne açıdan Siyonizmin tarihi ve İsrail Devletiyle bağlantılı olduğunu inceleyeceğim. Birçok gerçek artık tartışılmayacak kadar ortadadır. Asıl tartışılması gereken, bu gerçeklerin anlamı ve onları açıklamak için ne gibi yollara başvurulacağıdır. Benim amacım şu sorulara cevap vermektir; birbirinden tamamen farklı görünen bu faaliyetleri açıklayan tutarlı bir strateji, tutarlı bir politika, tutarlı bir bakış açısı var mıdır ve eğer varsa, bunun esası nedir?…
İsrail’in dış politika ideolojisini değerlendirmek için İsrail’in dünya çapındaki faaliyetlerini birkaç düzeyde incelemek gerekir. Birincisi, devlet-devlet diyaloğuyla ya da Birleşmiş Milletler’de yapılan diplomatik temaslar ve açıklamalardan oluşan resmi diplomatik düzeydir. İkincisi, silah satışlarından müşteri ülkede bulunan askeri danışmanlara, ev sahibi ülkede verilen askeri eğitime kadar uzanan askeri işbirliği alanıdır. Bu alan, genelde İsrail hükümeti tarafından gizli tutulur. Üçüncüsü, Mossad tarafından yürütülen, nüfuz ve istihbarat kazanmaya yönelik yapılan gizli operasyonlardır ve dördüncüsü, yukarıdaki üçüyle bağlantılı olan özel faaliyetlerdir.
3. Dünya’daki son İsrail müdahalelerini anlamak için 1950’lerdeki, 1960’lardaki, hatta daha evvelki olaylara bakmak gerekir. Böylece izlenen yolları belirlemeye çalışırken, Nikaragua’daki Somoza, İran’daki Şah, Uganda’daki İdi Amin, Portekiz ve Afrika kolonileriyle olan ilişkiler gibi belirli olayların tarihine bakarak İsrail’deki ‘modus operandi’ hakkında daha çok şey öğrenebiliriz. Geçmişin bize öğrettikleri çok açıktır. Birincisi, İsrail’in 3. Dünya’daki belirli rejimleri ciddi ve köklü bir şekilde desteklerken izlediği bir yol vardır. İkincisi, bu müdahalelerin detaylarına olaylar esnasında inilememekte, bu yüzden eldeki kaynaklar bu müdahalelerin önemini tam olarak ifade edememektedir. Dolayısıyla, İsrail’in mevcut faaliyetleri medyada ya da halka açık platformlarda söylenenlerden çok daha geniş ve çok daha derindir.
Eski bir Nazi işbirlikçisi olan John Vorster, Güney Afrika’daki ırkçı rejimin en sert liderlerinden biriydi ve İsrail’in çok yakın bir dostuydu.
Hallahmi, kitabının girişinde yazdığı bu satırların ardından son olarak; İsrail’in “Manila’dan Managua’ya” 3. Dünya’nın dört bir yanına uzanan faaliyetlerini “İsrail’in dünya savaşı” olarak yorumlamaktadır. Evet, İsrail’in bir “dünya savaşı” vardır. Ancak bu savaşta İsrail’in hedeflediği düşman çoğu kez devletler değildir. Düşman; ezilen, baskı altına alınan ve bu nedenle de kurulu dünya sistemine, Düzen’e karşı çıkan, Düzen’e karşı “radikalleşen” 3. Dünya halklarıdır.
Şimdi “İsrail’in dünya savaşı’nın farklı cephelerini incelemeye başlayabiliriz.
Ortadoğu’da Radikalizmle Yapılan Mücadele
1950’lerde İsrail yeni ve ciddi bir sorunla karşı karşıya kaldı. İsrail liderlerinin eskiden uğraştığı Arap rejimleri feodal ve gelenekseldiler. İsrail bu ülkeleri hem askeri, hem de diplomatik bakımdan kolayca kontrol edebiliyordu. Fakat, 1948’deki Arap yenilgisinden sonra, bu rejimler birer birer kaybolmaya başladı ve aniden ortaya çıkan bir “radikalizasyon” dalgası Arap dünyasının çehresini değiştirdi. Eski Avrupa imparatorluklarının kolonileri dağıldıkça, Araplar da yeni ortaya çıkan milletler tarafından kabul gördüler. Bu da 1955 Nisanı’nda tarafsız milletlerin katıldığı Bandung konferansında kendini gösterdi. Araplar ile 3. Dünya’daki diğer ülkeler arasında oluşan ittifaklar, tıpkı Arap ülkeleri ile Sovyetler Birliği arasında oluşan ittifak gibi İsrail için gerçek bir tehdit unsuruydu.
İsrail’in kurucusu David Ben-Gurion, Ocak 1957’de şöyle demişti; “Bizim varlığımız ve güvenliğimiz açısından, bir Avrupa ülkesinin dostluğu tüm Asya insanlarının görüşlerinden daha önemlidir.” Bir gazeteci ise Moshe Dayan hakkında şöyle yazıyordu; “Ona göre, Yahudi halkının bir görevi vardır, özellikle de İsrailli olanların. İsrail, dünyanın bu yanında, Nasır’ın Arap milliyetçiliğinin başlattığı akımlara karşı Batı’nın bir uzantısı olarak kaya gibi sert olmalıdır.”
Bu tip açıklamalara 1950’ler boyunca İsrail liderlerinde sıkça rastlanıyordu. Ben Gurion, Ekim 1956’da Fransa ve İsrail liderleri arasında yapılan Sevr Konferansı’nda ortaya attığı Orta Doğu “yerleşim” planında şöyle bir öneri getirmişti:
Ürdün’ün var olma hakkı yoktur ve bölünmelidir. Ürdün ırmağının doğu yakası Irak’a katılacaktır ve Arap mültecileri buraya yerleşecektir. Batı Şeria, özerk bir bölge olarak İsrail’e verilecektir. Lübnan, Hıristiyan bölümünün dengesini bozan Müslüman bölgelerden kurtarılacaktır. Irak, Doğu Şeria ve güney Arap yarımadası İngilizler’in olacaktır. Süveyş kanalı milletlerarası olacak ve Kızıldeniz boğazları İsrail kontrolu altına alınacaktır.
Kısacası Ben Gurion, Ortadoğu’nun İsrail açısında güvenli hale getirilmesi için bazı bölgelerin İsrail tarafından işgal edilmesini, bazı bölgelerin de İngiltere gibi Batılı güçler tarafından yeniden sömürgeleştirilmesini istiyordu. Bölge tekrardan sömürgeleştirilecek ve İsrail bu işin gerçekleşmesine yardım edecekti. Hallahmi, kitabında bu konuda şöyle diyor: “1950’lerin ilk yıllarından itibaren, İsrail liderleri 3. Dünya’da ve Ortadoğu’da kolonileşmenin yıkılmasına yönelik olarak yapılan her hareketin İsrail için bir tehdit unsuru olduğunun farkındaydılar ve buna göre davranıyorlardı.”
İsrail’in korkusu, sömürgeleştirme devrini kapatan ve bağımsızlıklarını kazanan 3. Dünya ülkeleri halklarının radikalleşmesi ve kurulu Düzen’e karşı tepki geliştirmesiydi. Çünkü İsrail Düzen’le özdeşti ve Düzen’e karşı gelişen her hareket, aynı zamanda İsrail’e karşı gelişen bir hareket olarak algılanıyordu.
Örneğin, Mısır’ın tam bağımsızlığı anlamına gelen İngilizler’in Mısır’ı boşaltması, İsrail liderleri tarafından dehşetle izleniyordu. 16 Temmuz 1954’de Savunma Bakanı Pinhas Lavon “İngilizler’in Süveyş’i boşaltmasının anlamı’nı tartışmak için evinde bir toplantı yapmıştı. Lavon bu toplantıda “Mısır’daki İngiliz hedeflerine karşı sabotaj düzenleme” fikrini ortaya attı. Bu sabotajların Mısırlılar tarafından yapıldığı izlenimi verilecek ve bu duruma sinirlenen İngilizler de ülkeden çıkmaktan vazgeçeceklerdi. Bu fikir kabul edildi ve o ayın sonunda, Mısır’daki İngiliz ve Amerikan hedeflerine sabotajlar düzenlendi. O zamanın Mossad şefine göre, bu hareketlerin amacı “halkta kargaşa yaratarak Batı’nın varolan rejime karşı duyduğu güveni yıkmaktı.” Buna da İngilizler’in bu bölgeyi boşaltmasını önleyecek bir kriz yaratılarak ulaşmak isteniyordu.
Sabotaj yaparak böyle bir kriz yaratan grup, İsrail askeri istihbaratı tarafından yönetilen bir Mısırlı Yahudi topluluğuydu. Bu Mısırlı Yahudilere Mossad tarafından Temmuz 1954’ün sonunda, Kahire ve İskenderiye’deki İngiliz ve Amerikan tesislerine bomba konması emredildi. Bu topluluk genç amatörlerden oluşuyordu ve başarılı olamadılar. Tüm üyeler tutuklandı. Olayın İngilizlerin Mısır’dan çıkmasını engellemek için yapılmış bir İsrail provokasyonu olduğu ortaya çıkmıştı. Ancak İsrail hükümeti bu olayı İsrail Devleti’ne karşı atılmış büyük bir iftira olarak yorumladı ve hatta tarihte Yahudi topluluklarına yönelen “kan iftiralarına” benzetti. Kısacası İsrail “hem suçlu hem güçlü’ydü; ancak bu politikasının faydasını gördü. Amerikalılar ve İngilizler “kol kırılır, yen içinde kalır” mantığıyla Yahudi Devleti’nin kendilerine yaptığı bu provokasyonu fazla ses çıkarmadan ört-bas ettiler.
Bu dönemde İsrail, Fransa’ya da sömürgelerini koruması için destek oluyordu. “Fransa da, İsrail de Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki dekolonizasyon (sömürgeden kurtulma) hareketlerini durdurmayı hedefliyordu. Böylece iki ülkenin arasında Şimon Peres’in deyimiyle ‘ebedi bir dostluk’ oluşmuştu.”
O dönemde İsrail ve Fransa, özellikle de Fransız ordusu arasında çok yakın bir ittifak oluştu. İsrail, Cezayir’den Hindiçini’ne kadar uzanan bir coğrafyada, Fransa’nın sömürge yönetimlerini ayakta tutmaya çalıştı. İsrail ve Fransa, sömürgeler üzerindeki yönetimleri sürdürebilmek için Hallahmi’nin deyimiyle “Avrupa hegemonyası için birleşik cephe” kurmuştu.
İsrail’in ‘Çevre Stratejisi’: İran Şahı, Türkiye ve Lübnan Bağlantıları
1950’lerde, İsrail liderleri, çevrelerinde oluşan Arap dekolonizasyonuyla başedebilmek için yeni bir strateji, bir “çevre stratejisi” oluşturdular. Bu “çevre” planına göre, İsrail, komşu Arap ülkelerini saf dışı etmek için, Türkiye, Etiyopya, İran gibi Arap Ortadoğusunun çevresindeki Arap olmayan ülkelerle ittifaklar kuracaktı.
Yıllar ilerledikçe, bu strateji doğrultusunda Lübnan’daki Falanjistler, Yemen’deki kralcılar, Güney Sudan’daki asiler ve Irak’taki Kürtlerle bağlantılar kuruldu. Gene bu strateji dahilinde, İsraillilerle işbirliği yaparak bağımsızlıklarını elde etmeye çalışan ve aralarında Lübnanlı Marunilerin ve Dürzilerin de bulunduğu Arap olmayan gayri-müslim topluluklarla da yakın ilişkiler kuruldu. (Türkiye ile ilgili 9. bölümde, İsrail’in Kürtlerle kurduğu ilişkiyi daha ayrıntılı olarak incelemiştik.)
“Çevre stratejisi’nin en iyi işlediği ülke ise İran’dı. Baskıcı Şah yönetiminin “yukarıdan aşağı sekülerleşme” politikasının uygulandığı İran, o dönemde İsrail’in en iyi dostlarından biri oldu. 1958 yılında, Arap dünyasında İsrail’in aleyhine olmak üzere bir radikalizm akımı oluştu. Şubat’ta Suriye ve Mısır’ın birleşmesi, Irak’taki devrim ve bunu izleyen Irak-Ürdün federasyonu İsrail’i oldukça rahatsız etti. Bunun üzerine, David Ben-Gurion, Şah Rıza Pehlevi’ye “Hür Dünya’ya yönelen tehdide karşı yakın bir ittifak kurmayı öneren bir mektup yazdı. İran bunu kabul etti; Aralık 1958’de İran hükümetinin Tel-Aviv temsilciliği ve İsrail’in Tahran elçiliği genişletildi.
İlerleyen yıllarda işbirliği büyüdü. Amerikalı siyaset bilimci E. A. Bayne iki ülkenin arasındaki yakın işbirliğinin bir portresini çizerken İran’ın “Arap boykotuna rağmen İsrail’in petrol ihtiyacının büyük bir kısmını karşıladığına” dikkat çekmiş ve şöyle demişti: “Ayrıca, pek bilinmese de, İran, İsrail ordu personeliyle yakın askeri bağlantılar içindedir. İran-İsrail programının çapı genelde gizli tutulmaktadır”
Şah’ın İsrail ile bağlantılar kurmaya karar vermesinin sebeplerinde biri de Amerikan Yahudilerinin Amerikan Kongresi’nde İran çıkarlarını gözetmesine yardım edebileceğini farketmiş olmasıydı. Hallahmi bu konuda “Washington’daki efsanevi İsrail lobisi bir çok 3. Dünya rejiminin ilgisini çekmiştir ve Amerikan kamuoyuyla sorunları olan Şah da İsrail’i Amerika’daki politik arenada çok güçlü gören diğer yöneticilerden farklı değildir” diyor.
İsrail, Şah’a, baskıcı rejimini ayakta tutabilmesi için de yardım ediyordu. İran ve İsrail arasında kurulan askeri işbirliği hem silah satışını hem de İsrailli uzmanların İranlı subaylara kara savaşı, istihbarat, karşı istihbarat ve hava savaşı konularında eğitim verilmesini içeriyordu. Şah’ın işkence yöntemleriyle ünlü gizli servisi SAVAK, Mossad’dan önemli yardımlar almıştı. Ocak 1963’te İsrail’in personel şefi Zvi Tzur, Tahran’a resmi ve halk bilgisine açık bir gezi yaptı. Bu gezi, iki ülke arasındaki ittifakın ve bu ittifak içindeki askeri işbirliğinin rolünün arttığının açık bir göstergesiydi. 1964’de İran, İsrail’den büyük bir miktar Uzi hafif makineli tüfeği satın aldı.
Yahudi Devleti, Şah’ın Batı’daki imajını düzeltme işini de üzerine almıştı. Batı ve özellikle de Amerikan basınındaki Yahudi güdümü, İsrail’e Şah lehinde propaganda yapma imkanını veriyordu. Öyle ki Şah, kendini tamamen İsrail’e bağlı hissediyordu. Mossad’ın eski Afrika şefi David Kimche, “Şah, kendisi hakkında Amerikan, hatta Batı basınında en ufak olumsuz bir haber çıktığında hemen telefona sarılır ve niçin buna izin verdiğimizi sorardı” diyor.
Şah rejiminin sonu İsrail için çok da sürpriz olmadı ama İsrail liderleri hiç ümit yokken bile rejimi devam ettirmeye çalışıyorlardı. Bazı raporlara göre, Ariel Şaron Şah’ın devrilmesini önlemek için İsrail’in İran’a müdahale etmesini önermişti.10
Hallahmi, İsrail’in “çevre stratejisi” içinde yer alan bir başka ülke, Türkiye hakkında ise şunları söylüyor:
İsrail, Türkiye’ye istihbarat ve güvenlik hizmetleri teknik eğitimi konusunda yardımcı olmuştur. Mossad’ın 1950’lerden beri Türkiye’de bir üssü bulunur ve 1958’de yapılan üç taraflı bir anlaşmayı takiben, İsrail istihbarat servisleri Türk gizli servislerine eğitim vermiştir. 1970’lerde Türkiye’de neredeyse iç savaşa dönüşecek olan iç huzursuzluklar İsrail’i de ilgilendiriyordu. Bu yıllarda meydana gelen ve her ay birçok sağcı ve solcu militanın öldürüldüğü olaylar Mossad tarafından yakından takip ediliyordu. 4 Nisan 1985’de, Türkiye Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu Washington’da İsrail büyükelçisi Meir Rosanne ile buluştu. O zamanlar, İsrail kaynakları, Türklerin Washington’daki İsrail nüfuzundan etkilendiğini ve bu buluşmayı daha çok Amerika yardımı almak için yaptığını belirtmişlerdir.
Bu dönemde İsrail, Arap ülkeleri içindeki iç savaşları da kışkırtma yoluna gitti. İç savaşlar yoluyla, Arap birliği ve dengesini bozarak Arapların, enerjilerini kendi aralarındaki rekabete harcamalarını ve böylece kendisine karşı bir koalisyon oluşturmamalarını sağlamaya çalıştı. İsrail’in taraf tuttuğu iki Arap iç savaşı Kuzey Yemen ve Umman’daki iç savaşlardı.
1962-1970 yılları arasında Yemen’de kralcılar ve cumhuriyetçiler arasında geçen iç savaşta, İsrail, radikal cumhuriyetçilere karşı kralcıları tutmuştu. Kralcılara İsrail silahları ve İsrailli askeri uzmanlar yollandı. İsrail, Yemen’de kendisine yakın bir rejimi iktidara getirerek, Kızıldeniz’in girişi sayılan stratejik Bab-ül Mendep boğazlarını kontrol etmek de istiyordu. Umman’da 1970’lerde yaşanan iç savaşta ise iki taraf vardı: 1970’de iktidara gelen ve bir tür monarşi kuran Sultan Kabus ibn-Said ve ülkenin güneyinde ona karşı ayaklanan Halk Kurtuluş Cephesi gerillaları. İsrail, Kabus’a büyük bir destek verdi ve onun zaferinde de önemli bir rol oynadı.
İsrail’in bir hıristiyan devleti kurmayı planlayan Lübnan Maruni Hıristiyanlarıyla olan ilişkisi de çevre stratejisinin bir parçasıydı. Marunilerle bir ittifak yapma düşüncesi Siyonist kaynaklarında ilk olarak 1920’lerde belirmişti. Vladimir Jabotinsky 1930’larda Siyonizmle ittifak içinde olan Hıristiyan bir Lübnan kurulmasını hayal etmişti. David Ben-Gurion’un 24 Mayıs 1948 tarihli günlüğünde ise Lübnan’da, güney sınırı Litani ırmağı olan bir “Hıristiyan devletinden” bahsediliyordu. 11 Haziran 1948 tarihli günlükte ise Lübnan’da bir “Hıristiyan isyanı” çıkarmanın da İsrail’in savaş hedeflerine dahil olduğu belirtiliyordu.
Avrupa’da okumuş bir Lübnan’lı eczacı olan Pierre Gemayel 1936’da faşist partinin dengi olan Lübnan Falanjlarını kurdu. İsrail, 1948 savaşı sırasında Falanjistlerle bağlantı kurdu ve 1951’de Falanjist seçim kampanyasına para yardımında bulundu.
David Ben-Gurion, 27 Şubat 1954 yılında Sharett’e yazdığı bir mektupta bir Maruni devleti kurulmasının İsrail dış politikasının en önemli hedeflerinden biri olması gerektiğini belirtti ve bunu başarmak için gizli yollara başvurmayı önerdi. İsrail ordu komutanı Moshe Dayan, 16 Mayıs 1955’de, “İsrail’in kendini Marunilerin kurtarıcısı olarak ilan edecek bir Lübnanlı subay bulması ya da satın alması” gerektiğini belirtti. Daha sonra, kendisiyle ittifak içinde olan bir Hıristiyan rejim oluşturulabilir ve sonra da Lübnan’ı işgal edebilirdi.
Dayan’ın rüyası, biraz daha değişik bir biçimde de olsa, 1976’da Saad Haddad adındaki bir Lübnan binbaşısı tarafından yönetilen bir kukla örgüt olan Güney Lübnan Ordusu’nun ortaya çıkmasıyla gerçek oldu. 1976’dan itibaren yüzlerce Falanjist askeri İsrail’de, İsrail paraşütçüleriyle yan yana eğitim gördüler. İsrail, 1975 ve 77 yılları arasında Falanjist ordusuna askeri malzeme temin etmek için 150 milyon dolar harcadı. Ve sonra da tüm bu hazırlıkların sonucu geldi: İsrail ordusu 1982 yazında Lübnan’ı işgal etti ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nü bu ülkeden sürdü. Bugün İsrail hala Lübnan’ın güneyindeki bölgeyi “güvenlik kuşağı” adıyla işgal altında tutuyor.
Tüm bunlar, İsrail’in Ortadoğu’daki savaşının değişik aşamalarıydı. Ancak Hallahmi’nin de dediği gibi İsrail’in bir de “dünya savaşı” vardır. Bu savaş, Ortadoğu’nun ötesinde tüm 3. Dünya’yı kapsamaktadır ve 3. Dünya halklarının denetim altında tutulması hedefine yöneliktir.
Bu dünya savaşının cephelerinin önemli bir kısmı, 3. Dünya’nın en geri kalmış kısmında, “kara kıta’dadır. Konu hakkındaki kapsamlı bir araştırma, Afrika’nın “kara” tarihinde Yahudi Devleti’nin önemli bir rolü olduğunu göstermektedir.
İsrail’in Afrika’daki Savaşı
İsrail, az önce değindiğimiz gibi 3. Dünya’daki dekolonizasyon (sömürgeden kurtulma) sürecinden son derece rahatsız olmuş ve elinden geldiğince bu süreci engellemeye çalışmıştı. Bunun ardındaki mantık, ezilen halkların geliştireceği başkaldırının, Filistin halkını ezen ve Vaadedilmiş Topraklar’daki diğer halkları da ezmeyi, kontrol altına almayı hedefleyen Yahudi Devleti’ne de yöneleceği hesabıydı. Bunun yanısıra İsrail, Dünya Düzeni açısından da ezenlerin ve ezilen halkların var olması gerektiği düşüncesindedir. Bu bölümün sonunda bu konuya daha ayrıntılı olarak değineceğiz.
Ancak İsrail’in 1950’lerdeki dekolonizasyonu engelleme stratejisi fazla işe yaramadı. 1950’lerin sonundan itibaren 3. Dünya’daki, özellikle de Afrika’daki bağımsız ülkelerin sayısında patlama yaşandı. 1950’de Afrika’nın tümünde sadece 4 resmi bağımsız ülke vardı. 1962’de bağımsız ülkelerin sayısı otuza çıktı, 1977’de Güney Afrika’nın Namibya üzerinde kurduğu egemenlik dışında kıtanın tümü hemen hemen bağımsızdı.
Ancak bu bağımsızlık yalnızca görünüşteydi, özellikle de halk açısından. Çünkü eski sömürgeci yönetimler gitmişti ama ülkenin yönetimi yine de halkın elinde değildi. Çoğu Afrika ülkesi son derece otoriter, baskıcı ve zalim, kısacası faşist diktatörlerin yönetimine girdi. Bu diktatörlerin hemen hepsi de eski sömürgeci güçlere, yani Batılı büyük devletlere bağlıydılar. Bazı ülkelerde ise Sovyet müttefiki diktatörler vardı ki, bunlar da gerçekte Batı yanlısı faşistlerden pek farklı değildiler. Bunlara “sol faşist’ demek mümkündür.
Dolayısıyla dekolonizasyon 3. Dünya halklarına özgürlük getirmedi. Özgürlük gelmeyince de 3. Dünya’nın mücadelesi bitmedi. 3. Dünya ülkelerinin çoğunda, iktidarı zor kullanarak elinde tutan faşistlere karşı çeşitli halk hareketleri gelişti. Bu halk hareketleri, ülkelerindeki diktatörlere karşı çıkarak, Düzen’e de karşı çıkmış oluyorlardı. Çünkü o diktatörleri o ülkelerin başına getiren güç, Düzen’di. Düzen’e karşı çıkan herhangi bir hareket ise İsrail için tehlikeliydi.
Bu nedenle de İsrail, bu “radikalizasyon’a karşı büyük bir savaş açtı. Savaşın mantığı, 3. Dünya ülkelerindeki faşistlerin desteklenmesini öngörüyordu. Bu diktatörler hem para ve silahla desteklenecek, hem de “halk hareketlerinin nasıl durdurulabileceği” konusunda taktik yardım göreceklerdi. Bir “çete devleti” olan İsrail, bu konularda son derece uzmandı zaten.
İsrail’in Zaireli Dostu: Mobutu Sese Seko
Çok değil, birkaç yıl öncesine kadar, New York’un Doğu Yakasındaki ünlü bir kuaför, hatırlı bir müşterisinin daveti üzerine ayda bir kere Afrika’ya uçardı. İsterse yolda kendisine refakat etmek üzere birkaç arkadaşını da beraberinde götürebilen bu kuaför, zengin ve güçlülerin kuaförüne yakışacak bir yolculuk sürer, Concorde’la yaptığı seyahatinde Eski Dünya’da sadece birkaç saat kaldıktan sonra New York’taki müşterilerine geri dönerdi. Bütün bunların parasını ödeyen, yani tıraş olmak için New York’tan Concorde uçakla özel kuaför getirten kişi ise dünyanın en rezil diktatörlerinden Zaire Devlet Başkanı Mobutu Sese Seko’ydu.
Zaire, bir yandan inanılmaz bir doğal kaynak servetine sahipken (bakır, kobalt, elmaslar, çinko, tin, uranyum, su gücü), bir yandan da inanılmaz ve anormal bir yoksullukla karşı karşıya olan bir ülkedir. Mobutu’nun inanılmaz lükslerine karşın, Zaire insanı, Afrika’nın en fakir insanları arasındadır ve hayatının büyük bir çoğunluğunu yarı aç bir durumda geçirmiştir.
Ülke 1960’da bağımsız olmuştu. Ancak bu bağımsızlık, az önce değindiğimiz türdendi; halk yine köleydi. General Mobutu, 1965’deki darbeyle başkan oldu ve kurduğu rejim, tek kelimeyle cani bir diktatörlük olarak tanımlanabilirdi. Amnesty International, hazırladığı raporlarda sürekli olarak Mobutu’yu Afrika’nın en baskıcı yöneticilerinden biri olarak tanımladı. Mobutu ayrıca ülkeyi inanılmaz bir şekilde sömürdü: Diktatör İsviçre’deki banka hesaplarına milyarlar pompalarken, Zaire’nin insanları açlıktan ölmek üzereydi ve yılda 80 dolardan az bir gelire sahiptiler. Ülkenin zenginliklerinin diktatör ve arkadaşları arasında sistematik bir şekilde yığılması ve paylaşılması sonucunda, Mobutu’nun şahsi servetinin 4 milyon dolara ulaştığı hesaplanıyor.
Amerikalı gazeteci J. Kwinity’nin yazdığı “Where Mobutu’s Millions Go” (Mobutu’nun Milyonları Nereye Gidiyor) başlıklı bir makalede, Zaire sefaleti şöyle anlatılıyordu: “Kötü beslenme Zaire nüfusunun 1/3’ünden fazlasının ölümüne sebep olmakta ve pek çok çocukta da kalıcı beyin zedelenmesine yol açmaktadır. Zaire’nin yarısı çocuk olan 25-28 milyonluk nüfusu, çamur kulübelerinde açlıktan ölmek üzeredirler.”
Dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Zaire’yi bu şekilde sömüren Mobutu, doğal olarak, iktidarda kalışını kurduğu baskı rejimine borçludur: Mobutu’ya karşı çıkmaya kalkanlar acımasızca yok edilir. Özel polisin işkence yöntemleri korku salar.
Peki bu rezil 3. Dünya faşisti iktidarını kime borçludur?
En başta İsrail’e. İsrailli askeri uzmanlar, 1969 yılında Mobutu’nun ordusundaki özel timleri eğitmeye başlamışlardı. İlerleyen yıllarda ilişkiler daha da gelişti; Mossad Zaire’de son derece aktif hale geldi. Savunma Bakanı Ezer Weizmann (şu anki Cumhurbaşkanı) 1979’da Zaire’yi gizlice ziyaret etmiş ve Mobutu’ya askeri yardımı artırma sözü vermişti. 1981’de Mossad’ın ünlü ajanlarından David Kimche Mobutu’nun konuğu oldu. Aynı yıl Savunma Bakanı Ariel Şaron gizlice Zaire’ye geldi ve Mobutu’yla, diktatörün özel koruma birliğini eğitmek için anlaşma imzaladı. 1982 yılında, Mobutu, İsrail’le ilişkilerini geliştirmesine karşılık 10 milyon dolar bahşiş aldı. 1983’te Ariel Şaron 4 günlük bir Zaire ziyareti yaptı ve Mobutu’nun özel koruma birliğinin sayısının 3.000’den 70.00’e çıkması ve İsrailli uzmanlar tarafından eğitilmesi kararlaştırıldı. 1984’de İsrail Devlet Başkanı Haim Herzog, dünya Yahudilerini Zaire’de yatırım yapmaya davet etti. İlerleyen yıllarda İsrail lobisi, Washington’da Mobutu lehine lobilicilik yaptı. 1985’te Mobutu İsrail’e resmi ve anlı şanlı bir ziyaret yaptı. Zaire diktatörü, başkan Haim Herzog tarafından 21 el silah atışı ve İsrail hava gücü jetlerinin uçuşuyla gösterişli bir şekilde karşılandı.
Mobutu, 3. Dünya’nın gördüğü en rezil ve en baskıcı diktatörlerden biriydi. Eli kanlı diktatörün en yakın müttefiki ise 3. Dünya’nın “kontrol altında” tutulması hedefindeki İsrail’den başkası değildi.
Motubu, her faşist diktatör gibi rejim muhaliflerini baskı ve katliamla yola getiriyordu. 1978 yılında diktatöre karşı gelişen halk isyanı, son derece kanlı bir biçimde bastırıldı. İsyanın merkezi olan Kloweiz kenti, (üstteki gibi) ölülerle doldu. Mobutu’nun “güvenlik güçleri” başarılıydılar. İsrail tarafından eğitilmişlerdi çünkü.
Bu dönemde Mobutu’nun İsrail’den iki büyük ricası vardı: Zaire’deki baskıcı gizli polis servisinin İsrail tarafından eğitilmesi ve Yahudi lobisinin ABD’de Mobutu’yu desteklemesi. Bu isteklerin ikisi de İsrail tarafından kabul edildi. Kısa bir süre sonra iki İsrailli general, Ehud Barak (şu anda İçişleri bakanı) ve Abraham Tamir’in Zaire’ye yaptığı ziyarette Mobutu’nun gizli polisinin, sayıları yüzleri bulan özel “bodyguard’larının ve istihbarat servisinin İsrailli uzmanlar tarafından eğitilmesi kararlaştırıldı.
İsrail Mobutu’ya yardım etmek için gerçekten Amerika’daki nüfuzunu kullandı. Dışişleri Bakanı Yitzhak Şamir’in Aralık 1982 Zaire ziyaretinde, iki Yahudi ABD Kongre üyesinin, Howard Wolpe ve Stephen Solarz’ın Mobutu lehine lobi yapacağına söz verdi. Gerçekten de Solarz ve Wolpe Mobutu lehine lobi yaptılar ve etkili de oldular. İsrail, bu iki Yahudi Kongre üyesi aracılığıyla, Zaire’ye yapılan Amerikan yardımının artmasını ve Reagan yönetiminin genel olarak Mobutu rejimine olumlu yaklaşmasını sağladı.
İsrail, Mobutu’nun Amerika’daki imajını değiştirmek için de oldukça çaba sarfetti. 1981’de İsrail’in iktidar partisi olan Likud’un da seçim kampanya- sını yürüten İsrail Zeev First firması, bir Amerikan Yahudi delegasyonu tarafından 1982’de Zaire’ye yapılan ziyareti organize etti.
Bu arada Mossad ajanı Meir Meyouhas, “Mobutu’nun sağ kolu” haline geldi ve Afrika diktatörüne hemen her konuda danışmanlık yaptı. Meyouhas, Zaire diktatörünün dış gezilerinin tümünde ona eşlik etti. Özellikle Mobutu’nun Amerika gezisinde önemli görüşmeler ayarladı: Zaire diktatörünü Amerika’daki Yahudi örgütleriyle görüştürdü ve bu örgütlerin aracılığıyla da IMF’nin Mobutu rejimine cömert krediler vermesini sağladı. Hallahmi, Meir Meyouhas’ın “Mobutu’nun en yakın dostu ve en iyi iş ortağı” olduğunu söylüyor.
Mobutu 1995 yılında halen iktidarda. Ülkeyi, başkentten değil, Gbadolite şehri kıyısında, nehir üzerine yaptırdığı saray-gemisinden yönetiyor. Suikast korkusu nedeniyle buradan pek ayrılmıyor. Kişisel servetinin 5 milyar dolara ulaştığı, İsviçre’de şatoları, Cote d’Azur’da pahalı yatırımları olduğu biliniyor. Ülkede Mobutu’nun dalkavukluğundan başka bir şey yapmayan bakanlara yaklaşık 12.000 dolar aylık veriliyor, öğretmen maaşı ise 8 dolar kadar.
Uganda’nın Faşisti İdi Amin ya da Kuzuların Sessizliği
3. Dünyanın en ünlü faşistlerinden biri Uganda’daydı. 1971’de gerçekleşen bir askeri darbeyle eski Başkan Obote’yi devirerek iktidarı ele geçiren İdi Amin, tüm faşist diktatörler gibi İsrail’le çok yakın ilişkiler kurdu.
İdi Amin, darbe yapmadan önce de İsraillilerle yakın ilişki kurmuştu. Zaten İsraillilerin Amin’in darbesini desteklemelerinin de başta gelen nedeni, onu önceden “gözlerine kestirmiş” olmalarıydı. İdi Amin’in sözkonusu bağlantısı, Obote döneminde başlayan İsrail-Uganda ilişkileri sırasında doğmuştu.
Uri Dan, Entebbe Havaalanında 90 Dakika adıyla Türkçe’ye çevrilen kitabında bu konuda şöyle diyor:
Uganda bağımsızlığını kazandıktan kısa bir müddet sonra, o zaman İsrail Savunma Bakanlığında Müsteşar olan Şimon Peres bir ziyaret için Uganda’ya gelmişti. Ev sahipleri, Peres’ten kendi ordu ve hava kuvvetlerini kurarlarken yardım etmesini istediler. Peres uygun buldu ve 1963 Nisanı’nda, o zaman Dışişleri Bakanı olan Golda Meir İsrail’le Uganda arasındaki yardım ve işbirliği anlaşmasını imzaladı. Anlaşmadan sonra, Albay Şaham, İsrail Savunma Bakanlığı heyetinin başında Uganda’ya geldi. Şöyle üstün körü yaptığı bir teftiş Şaham’a yapılacak çok şey olduğunu gösterdi. Uganda ordusu, 700-800 askerden oluşan bir tek piyade taburundan ibaretti. Taburun hem komutanı, hem de diğer bütün subayları İngiliz’di. Piyade taburu, herşeyden önce merasimler ve resmi geçitler için kullanılıyordu. Genellikle bayramlarda sokaklardan geçiyor, pek başka bir işe yaramıyordu. Zonik ve yanındaki İsrailli subaylar, işte bu komik-opera taburunu, etkin bir savaş gücüne dönüştüreceklerdi.
Uganda’nın 1960’lı yıllarda İsrail’le girdiği bu yakınlaşma süreci sırasında, Uganda ordusunda general olan İdi Amin İsrail’le “kişisel” bir yakınlık kurmaya başladı. Uri Dan şöyle anlatıyor:
İsrail, anti-Siyonist bir politika izleyen Uganda lideri Obote’yi (en solda) devirerek yerine “İsrail hayranı” bir subay getirdi: İdi Amin (yanda). Amin, İsrail’in yardımıyla gerçekleştirdiği darbenin ardından, 8 yıllık rejimi boyunca 300 binden fazla insanı öldürttü.
Zonik ve arkadaşları işe ufaktan başlayarak, sadece bir bölüğü savaşabilecek bir bölüğe dönüştürmeye koyuldular. Ugandalı askerler eğitilmek için İsrail’e gönderildiler. Piyade bölüğünün eğitilmesinde İsrailli subayların gösterdikleri başarı, Cumhurbaşkanı Obote’nin, İsrail heyetine, Uganda’nın özel polis kuvvetlerini yetiştirmesi için istekte bulunmasına yol açtı. İsrail’den gönderilen Fuga-Magista ve Dakota’ları kullanan İsrailli havacı öğretmenler Uganda Hava Kuvvetlerinin temelini attılar ve hatta teknik bir okul bile açtılar. Uganda’nın bağımsızlığının ikinci yıldönümünde, İsrailli subayların gururlu bakışları önünde altı tane Fuga-Magista uçağı hava gösterilerinde bulundu. İdi Amin, Kampala’daki İsrail misyonuyla özel ilişkiler kurdu; sık sık İsrail’i ziyaret ediyor ve her seferinde bu ülkeye duyduğu hayranlık bir kat daha artıyordu. İsraillilerin çalışkanlığını öve öve bitiremiyordu. Deniz ve karadan taşınmak üzere parçalara demonte edilmiş şekilde Uganda’ya getirilen ilk jet uçaklarının orada tekrar monte edilişini görünce, İsraillilerin bu metal parçalarını nasıl bir jet uçağına dönüştürdükleri karşısında hayretlerini gizleyemedi. Monte edilen ilk Fuga-Magista’nın ilk uçuşuna gönüllü olarak katıldı ve bu işten son derece zevklendi. Daha sonra İsrailliler Amin’e nadir kimselere verdikleri bir ödül verdiler: Paraşütçülerin işareti. 2 Temmuzda Moritanya’ya giderken bile, saklamadığı bir gururla bu işareti taşıyordu. Aradaki ilişkiler o denli iyiydi ki, Amin bir gün, Kampala’da askeri ateşe olarak görev yapan Şaham’dan, İsrail’in, Kongo’dan çalınan muazzam miktarlardaki altının satışı için yardımcı olmasını istedi. Bankerler, işin esasını kurcalamak gereği hissetmedi altınların satış işlemlerini ayarladılar.
Kısacası İsrail, Uganda devleti ile yakın ilişkiler kurarken, bir yandan da kendi savaş yeteneklerine ve güçlerine hayran olan İdi Amin gibi faşistleri de “özel” bağlantılarla kendi yanına çekiyordu (Güce, hatta şiddete olan hay- ranlık, faşistlerin değişmez özelliğidir).
İdi Amin’in henüz ordu görevlisi olduğu sıralarda İsrailliler tarafından keşfedilmiş olmasına, Amerikalı yazarlar Andrew ve Leslie Cockburn de değinirler. Buna göre göre, İdi Amin ilk önce İsrail’in Uganda Büyükelçisi Uri Lubrani’nin dikkatini çekmişti. Lubrani, Uganda’ya gelen İsrail askeri heyetine “Bu Amin bizim adamımız sayılır, şimdi öyle olmasa da yakında öyle olacak” demişti. Askeri heyetin başındaki Mossad ajanı ve albay Baruch Bar Lev de İdi Amin’i beğenmiş ve Lubrani’nin teşhisine katılmıştı. İsrailliler, Uganda’da bir piyon bulmuşlardı.
Ve İsrail, kısa süre sonra İdi Amin’i Obote rejimine karşı kullanmakta gecikmedi. Çünkü Obote, diğer bazı Afrika ülkeleri gibi 1967’deki Altı Gün Savaşı’nın ardından İsrail’e soğuk bakmaya başlamıştı. İsrail’in bu savaşta işgal ettiği bölgelerden çekilmemesi, Obote’ye ve benzeri liderlere eski sömürgecilik çağını hatırlatmış ve bu liderler Filistin davasına destek olmaya başlamışlardı. Bu devletler 1967 savaşının hemen ardından Birleşmiş Milletler’de İsrail aleyhine oy kullanarak tavırlarını gösterdiler.
Bu durumda İsrail’in yapabileceği tek bir şey vardı: 3. Dünya ülkelerinde, Filistin davasına değil, kendi işgalci rejimine sempati duyan güçleri iktidara getirmek. İşgale sempati duymak; baskıya, şiddete, haksızlığa sempati duymayı, “güçlü olan haklıdır” prensibini kabul etmeyi gerektiriyordu. Bu mantık, bilindiği üzere, faşist mantığıdır. Güçlü olanın haklı olduğunu kabul edebilecek insanlar, doğal olarak İsrail’in haklı olduğu sonucuna varacaklardı. İsrail’in 3. Dünya’daki faşist rejimlere verdiği desteğin en önemli nedenlerinden biri budur.
Bu “faşist bağlantısı’nın en iyi örneklerinden biriydi İdi Amin darbesi. İdi Amin, darbeyi üstte belirttiğimiz nedenle gittikçe İsrail aleyhtarı bir çizgiye girmeye başlayan Obote’ye karşı yapmıştı. Bu nedenle de Mossad, İdi Amin’e destek verdi. Amin’in darbesi, Mossad’ın büyük yardımı ile yapılmıştı; az önce sözünü ettiğimiz Mossad ajanı Albay Baruch Bar-Lev, olayda büyük rol oynamıştı. Baruch Bar-Lev, darbe sonrasında da İdi Amin’le çok yakın ilişki içinde olmaya devam etti. İdi Amin’in İsrail ilişkileri ise hep sürdü: Sık sık İsrail’i ziyaret ediyor ve her seferinde bu ülkeye duyduğu hayranlık bir kat daha artıyordu. Uri Dan, “İdi Amin hayatını bile bir İsrailli subaya, Ze’ev (Zonik) Şaham’a borçludur” diyor.
İsrail’in “Uganda’daki adamı” olan İdi Amin’i ünlü yapan özelliği ise uyguladığı vahşetti. Ülkedeki tüm rejim muhaliflerini ortadan kaldıran Amin, uluslararası kuruluşların verdiği rakamlara göre, 8 yıllık iktidarı boyunca 300 bini aşkın insan öldürttü. Bunların bir kısmı Uganda nehirlerindeki timsahlara parçalatılmıştı. Ayrıca Amin’in bir de ilginç “hobi’si vardı: Uganda canavarı aynı ünlü Kuzuların Sessizliği filminde Antony Hopkins’in canlandırdığı “yamyam” doktor gibi siyasi muhaliflerini öldürttükten sonra onların karaciğerlerini yiyordu.
[…] olduğu gibi…Fakat bu figürü kullananların “hanedan, masonik, güç” etkisi altında olduklarını ileri sürenlerin sayısı da azımsanacak gibi […]
[…] planları Arap-İsrail savaşından önce yapılmış iki plan var. Birisi Gazze’nin doğusundaki Aşkelon […]