Osmanlıya duyulan kompleks, devr-i ihtişamı içinde barındırdığı için büyük oranda İstanbul’a duyulan nefretle eşdeğerdir bu Ülkede. Yani bir anlamda esas oğlan İstanbul’la, doğuştan hastalıklı, çelimsiz, kepçe kulaklı olmasına aldırmadan, sırtını güçlü dayısına dayadığı için mahallenin en güzel kızını alan Ankara’nın savaşıdır bu film.
Sultan Süleyman’ın hayatını anlatan dizi televizyonlarda dönmeye başladığından beridir harem merkezli bir tartışmanın da alevlendiği malumunuzdur. İşin alaylısı değil de mekteplisi olmam hasebiyle şu saptamayı yapmama müsaade edin: Cinsellik satar!
Yazılanlardan çizilenlerden anladığım kadarıyla bir kesim toz kondurmazken, bir kesim de bitmez tükenmez kompleksiyle Üç kıtada at oynatmış Osmanlıyla sidik yarıştırmaya girmek gibi ancak ahmaklara mahsus bir büyük günaha davetiye çıkarmak üzere. Ekranda oynayanın altı üstü bir dizi olduğu gerçeğini unutanlar yine bildik ritüelleri tekrarlıyorlar hala.
Bakın, Osmanlıyı kötülemek için söylenenler Osmanlının çok büyük olduğunu değiştirmez. Nasıl ki içinde TBMM’yi de barındırsa İstanbul havada karada Ankara’yı yerse, Osmanlı’da TC’yi yer. Günümüz dünyasında Osmanlı’yı kıyaslayacağınız tek ülke Amerika Birleşik Devletleridir. Kıyas kabul etmez de, bugünün Türkiyesiyle o devirlerden birini kıyaslayacaksanız Karamanoğulları, Germiyanoğulları gibi beyliklerle ilgilenmelisiniz.
Osmanlı Padişahlarının eşlerinin yabancı uyruklu olmalarına atıf yapanlar da boşuna sevinmesin, Padişahların öyle takıntıları hiç olmadı. Osmanlı pragmatistti ve bunu hiç inkar etmedi. Eşlerini yabancılardan seçerek Osmanlıyı, fethettiği ülkelerden aldığı kelimelerle de esas muhteşem olan Osmanlıcayı yarattı. Dedesinin mezar taşını okumaktan aciz olan adam nasıl ki Osmanlıcaya çamur atmakta beis görmezse, Osmanlının “devleti bekası için…” mantığını anlamayan adam da padişahın yatak odasını röntgenler o kadar.
Osmanlının her şeyini bir yana bırakın, sadece “dil konusu” bile bu ülkede yaşanan ahmakça kompleksi gözler önüne sermeye yeter. Osmanlıcayı beğenmeyip, yabancı sözcüklerden temizlemeye kalkanların parolası neydi biliyor musunuz: “Türk ulusuna Türklüğünü duyurmak”. Dünyanın en geçerli dili olan İngilizcenin % 60 oranında yabancı kelimeye sahip olmasına rağmen neden hala revaçta olduğuna dair bir açıklama duydunuz mu siz hiç. Peki, orijinali Osmanlıca olan ve hemen herkesin hitabet Edebiyatının en muhteşem eserlerinden biri diye taltif ettiği Nutuk’a rağmen CHP’nin 1935 yılı programını yayımlarken arkasına 170 kelimelik sözlük koymasına ne diyeceksiniz? Kullanılan kelimeleri yazayım da, “Sözlük ne alaka?” diye oyunbozanlık yapanlara yardımcı olayım. “klas kavgası ergesi, ertik okulları, özel yönetgeler ve şarbaylıklar, yoğaltmanlar arasında asığ kavgaları, arsı ulusal ergelerle cemiyet yapmak…” Sevan Nişanyan’ın deyimiyle, en azından bir ilke imza atılmıştır: Dünya tarihinde bir sözlükle yayımlanan tek parti programıdır kendisidir.
“Dil Devrimine sataşmak” gibi kerameti kendinden menkul bir günaha duhul olduğumu beyan edecek çağdaş devrim yobazlarına da şunu hatırlatmak üzerime farzdır; 1860 ve 1923 yılları arasında gazete makalesi, siyasi parti beyannamesi gibi eserlerde kullanılan “öz” Türkçe kelime oranı %20-40 arasındayken, bu oran Nutuk’da %22 civarındadır. Allah çarpmasa, Atatürk çarpar adamı, aklınızı başınıza alın!
Osmanlıdan bugün olduğundan daha şiddetle kompleks duyanların kendi muhteşem yüzyıllarında yaptıkları Dil Devrimiyle Türkçeden yaklaşık altmış bin kelime atılmış, yerine de üç bin yüz kelime konulabilmiştir. Bir başka deyişle Türkçe yazı dili %68 oranında fakirleşmiştir. Keşke bu aşağılık duygusuna esir olmayıp da zengin dilimizle hüküm sürebilseydik diyeceğim amma çok geç. Geldiğimiz nokta ortada: “Şirler pençe-i kahrımdan olurken lerzan / Bir gözleri ahuya zebun etti felek beni” diye yazan Şairlerin Padişah olduğu Osmanlıdan, ortalama iki yüz kelimeyle konuşulan bir gündelik dille idare eden bir Türkiye Cumhuriyetine giden yol…
Cihan Padişahı namıyla maruf bir büyük Devlet Adamı nezdinde Osmanlıyı anlatmaya bir dizi yetmez. Peşinen söyleyeyim, Osmanlıyı okumakla da bitirmek pek mümkün değildir. Naçizane tavsiyem, Osmanlıyı yabancıların kaleminden okumanızdır. Gerçekten tanımak, öğrenmek istiyorsanız yabancı yazarlara yönelin, mümkünse bu yabancılar düşman saflarında yer alsın. Göreceksiniz ki kitap bittiğinde dilinizden düşecek kelime, okuduğunuz yazarla aynı kelime olacak: Muhteşem!
Osmanlı acımasızdır, merhametlidir, şairdir, sanatkardır, savaşçıdır, politiktir, düşmanlarına karşı kullanmak üzere debdebeyi de sever ama her şeyin ötesinde bir o kadar da zekidir. Yetmiş iki milletten müteşekkil bir imparatorluk olduğu için Türk olduğunu iddia edecek kadar akıl yoksunu değildi. Herkes Müslüman olursa haraç ve cizye verecek adam kalmayacağı için de cihanı Müslüman yapmak pek işine gelmedi. Özlem Kumrular’ın kitabında belirttiğine göre; haraç vermek Arnavutların işine gelmediği için kitleler halinde Müslüman olduklarında Osmanlı bu durumdan pek de memnun olmamıştır.
“Osmanlıyı öğrenmeden önce anlamak lazım” sözü de bu yüzden boş bir söz değildir. Ecdadımız sağ olsun kelle de uçurmuştur, adamı kazığa oturtup iki yeniçeri nezaretinde İstanbul sokaklarını da gezdirmiştir, kestiği kafaları kah mızraklarının ucuna takmış yabancı elçilerin önünde resmi geçit yapmıştır, kah Tuna Nehrine atıp düşmana korku salmıştır, kah kellelerden piramit yapmıştır.
Şaşırmayın! Osmanlı gaddar mıydı? Evet gaddardı; gerektiğinde sınırları zorlayacak kadar gaddardı hem de. Gaddar olmasını gerektiren de çok önemli bir sebebi vardı: O bir Cihan imparatoruydu. Fakat Osmanlının gaddarlığı zulüm olarak alınmaz. Daha çok pragmatist (faydacı) bir zekası vardır bu konuda. Halet Efendi’nin İkinci Mahmut hakkında söylediği bir söz durumu özetler mahiyette: “Köstebek sessizce ve karanlıkta çalışır ama yolunu amacına göre yapar. Kaplumbağa yavaştır ama her çıktığı basamaktan emin olursa, sonunda tepeye ulaşır. Akrep sessiz ve aşağılık bir sürüngendir ve avını sokup öldürünceye kadar iğnesini saklar” . Kaba anlatımıyla, gücünün doruğunda bir Osmanlı’nın 5N1k gibi bir gündemi olmadı. Onun formülü basitti: 2N (ne zaman, nasıl). Askeri Yorumcu Mareşal de Tavannes’in bir saptaması vardır. Der ki: “Türklerin ateşi kanla söndürmek gibi garip bir tarzları var”. Bu sözü ona söyleten sebep de bir kuşatma esnasında karşılaştığı tablodur. İş o hale gelir ki, siper kazan kura neferlerini öldürmekten düşman bıkar, mühimmat biter ama nefer bitmez, daha da ilginci düşman ölmekten bıkmaz”. Fatih Sultan Mehmet de ilginç bir karakterdir bu konuda. Tek başına “kardeş katli fermanı” dahi yeterken İstanbul kuşatması esnasında cereyan eden olay da ilgimi çekmişti. Kuşatma öncesi kapsamlı bir af çıkarır Fatih. Herkes “neden” sorusunun peşindeyken amaç kısa sürede ortaya çıkar. Afla salıverilenlerin hepsi kendini Bizans surlarının önünde bulur bir anda. Sonuç malum tabi: Toplu kıyım! Çift taraflı bir fayda sağlanmıştır; hem düşman zayıflatılmış hem de memlekette kapsamlı bir temizlik(!) hasıl olmuştur.
Söz Fatih’ten açılmışken isterseniz onu bir de Venedikli bir düşmanından dinleyelim: ” Saygıdan çok korku uyandırır, amacında inatçı, üç dili çok iyi bilir, Papaların, kralların, ülkelerin tarihçelerini ezbere anlatır, Önünde daima Avrupa’yı gösterir bir kabartma haritanın üzerinde çalışır, Romalılar ve krallıklarla ilgili metinleri okumaktan ve okutmaktan zevk alır…”
Yanisi şu ki; Osmanlıyı harem dairesinin anahtar deliğinden gözetleyerek öğrenmeye kalkmak, abesle iştigalden öte bir mana ifade etmez. Dünyanın tanıdığı ismiyle Muhteşem Süleyman’ı bir harem dairesine sığdırmak, kompleksle cilalanmış, içinde nefret barındıran bir zekayı gerektirmekte.
Tecrübeyle sabittir, o da bizde fazlasıyla mevcut… (bkz. İskender Pala- iki darbe arasında)
[…] Osmanlı iyidir hoştur da… […]