Karar verdim artık gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini hatta ikinci sayfa haberlerinin dahi ekserisini okumuyorum. Çünkü zaten habercilik denilen şeyin gerçekliğine inanmıyorum.
2020 senesinde öldürülen Ceylan için yaptığımız kampanyada bir parça isyan etmiştim. “Yahu arkadaşlar Obama’nın kızına almak istediği köpeğin haberine neredeyse yarım sayfa ayıran basın en çok güvendiklerimiz dahil Ceylan için yaptığımız kampanyayı görmedi bile. Üstelik hepsine basın bildirisi yolladık.” diye. Fazlaca üsteleyip dertlenince bir zamanlar uzun zaman bir haber ajansında çalışmış arkadaşım şöyle demişti: Çok safsın. Sen bu sağa sola canhıraş yolladığınız bildirileri kaale alacaklarını mı sanıyorsun. Gazeteye haber hazırlayan ortalama bir muhabirin yaptığı şey şudur. Sabah bilgisayarının başına geçer falanca , filanca haber ajansının önünde beliren yüzlerce haberinden gözüne kestirdiklerini seçer. Takriben saat 11.00 e kadar da bu işi bitirmek durumundadır. Senin yolladığın metni şunu bunu görmez bile!
Dikkat ediyor musunuz. Hemen hemen hangi gazeteyi açarsanız açın karşınızda üç aşağı beş yukarı aynı cümleler ile belirir haberler. İster yurt içi haberler deyin ister Toplum ve Yaşam sayfaları her gün belli bir otomatiğe bağlanmışçasına önünüze gelecek haberler bellidir. Birkaç tane trafik kazası haberi, onun iki üç katı gasp, silahlı soygun, dolandırıcılık haberi ve gazete editörlerinin ilgi katsayısı ile orantılı olarak taciz, tecavüz ve cinsel sosu bol baharatlı haberler. Peki insan dediğimiz canlı bir gün mutlaka ölecekse ve 70 milyonluk ülkede her gün belli sayıda insan da trafik, cinayet gibi sebeplerle bu taktiri ilahi dediğimiz olayı gerçekleştirmek durumundaysa ve yine 70 milyonluk ülkede herkes bir melaike olmadığına göre, her gün belli miktarda adli vaka gerçekleşmesi akla mantığa aykırı olmadığına da göre, her biri manda boku kadar irilikte bu kaza ve ölüm haberlerini her Allah’ın günü bizler için bu kadar çekici, vazgeçilmez ve mutlaka okunulası kılan nedir? Üstelik tıklım tıkış gazete sayfalarını dolduran bu haberler arasına çoğu zaman küçücük de olsa insanlığa, umuda dair bir iki habercik de sıkışmaksızın! Biz “çılgın Türkler” bir gün gazete sayfalarını açtığımızda ağzı salyalı tecavüz haberleri, gasp, soygun haberleri yerine ağırlıklı olarak umut veren güzel haberleri görsek manik atak mı geçiririz? Acaba yaşadığı kurak toprakları dişiyle tırnağıyla cennete çevirmeye çalışan bir emekli öğretmenin hikayesi, Afrika’da on binlerce insanı katarakt ameliyatı ile ışığa kavuşturan bir STK ile ilgili gelişmeler ya da tek kolu ile çok başarılı bir meslek hayatını devam ettiren efsane bir doktorun son çalışmaları bizim için Konya, Ankara karayolunda yol kenarlarına saçılmış kanlı cesetlerden daha önemsiz, anlamsız, ilgiye değmez bir şey midir?
Gitgide üçüncü sayfalardan ikinci sayfalara terfi eden bu otomatiğe bağlanmış trajedi haberciliğinin tamamıyla hayal mahsulu bir ilgi alanı olduğunu da iddia edemeyiz öte yandan: Sokağımızda çıkan bir kavgada, acı bir fren sesiyle tüm mahalle sakinleri pencereye koşarız. Üstelik fren sesi ne kadar acı, sokakta feryat eden kadının çığlığı ne kadar canhıraş, çıkan kavgada yükselen küfür ve kan kokusu ne kadar fazla ise daha büyük bir endişe ve merakla uzanır pencereden kafalar. Uzanan başlar içeri girdiğinde bizlerde kalan halimize şükür etmek ile karışık bir iç sıkıntısı ve şiddetli bir güvensizlik duygusu olsa da sonuçta “gerçeğin” bu yüzünü görmeyi istemek son derece insani bir haldir. Ama böylesi bir insanlık halinin getirdiği ciddi bir handikap da var. Son derece bıktırıcı ve hep daha fazlasını görmeyi arzulatan bir gerçeklik istemi bu.
Bir süre sonra böylesi bir gerçekliği burundan çekmek yetmez damardan almak gerekir. Bu yüzdendir ki mesela aradan bir yıldan fazla zaman geçmesine rağmen Münevver Karabulut cinayeti hala gazeteciler için büyük bir cazibe konusu. Onun hayatının tüm ayrıntılarını, ölümünün en trajik yanlarını defalarca döne döne trajına meze yapmış medya ordusu hala bu cinayetin yeni yeni detaylarını sunuyor sabah kahvaltı sofralarımıza. Kanlı çamaşırlar, cinayet aletine zoomlanmış görüntüler, Münevver’in yazdığı son duygu dolu mektuplar… Ellerinde olsa canlı yayında cinayet anını verecek hatta kesilen başın boyun damarlarına bile odaklayacaklar kameralarını! Çünkü trajedi müptelası olmuş ya da olduğu varsayılan bizlere 17 yaşında bir kızın öldürüldüğü haberi yetmiyor. Onun ölüm anında en son dakikada yaşadığı acıları, katiliyle yazışmalarını, kanlı tişörtlerini görmek istiyoruz. Bizlere gerçeği sunmakla görevli olduğu iddiasındaki medyanın çılgın hipergerçeklik fantezileri ile yok ediliyor olayların gerçekliği hakikat arayışımızın yanı sıra.
Trajedinin varlığı yadsınamasa da hayatlarımızda genellikle ne bu yoğunlukta yer alır ne de böylesine “saf” trajedidir yaşananlar oysa. Hüzün dolu pek çok hikayenin yanında umuda dair, insan olmaya dair bir küçük hikayecik daha buluruz. Sokağa çıktığımızda bir okulun bodrum katına layık görülmüş özürlüler sınıfında olanca şefkati ile çalışan bir tecrübeli öğretmenin hikayesi ile karşılaşırız mesela .Yardım alan fakirlerin kendilerine gelen yiyecekleri kendisi gibi diğer fakirlerle bölüştüğüne şahit oluruz. Izdırap ile umut, kahpelikle insanlık, korku ile kahramanlık yan yana yürür çoğu zaman. Kötülük ve trajedi ise hayatın merkezi değil olsa olsa kenarıdır. Ne kadar gazetelerin üçüncü sayfaları silme bu haberlerle dolarsa dolsun istisnadır tüm o yazılanlar, adım başı yaşadığımız hakikat değil!
Öte yandan gecenin geç bir vakti şöyle bir nefes almak için gittiğimiz bir kafenin sahibine bizim halkımız bu saatte yüksek volümlü tekno müzik dinlemeyi tercih eder ısrarcılığı ile eziyet ettiren, bizleri güzelim Anadolu işi konaklar yerine beton tımarhanelerde yaşamayı istediğimize ikna eden, ninemizin kilimlerini üç kuruşa sattırıp sentetik kokmuş halıflekslerle evlerimizi döşettiren, deniz kenarı yerine alışveriş merkezlerinde, çay yerine kola içerek, kadınbudu köfte yerine hamburger, aşure yerine donut yiyerek, top yerine play station oynayarak mutlu olabileceğimize inandıran modern vesvese şeytanı habercilik denilen şeyin de trajedi pazarlamacılığı olduğuna ikna etmiş görünüyor insanlığı.
Bilinçli ya da bilinçsiz pek de masumane bir oyun değil haberciliğin bu türlüsü aslında. Sabah gözümüzü açar açmaz evlerimize hücum eden bunca acı, bunca kan, ölüm, tecavüz ve gasp haberi ister istemez yıkılması güç bir duvar örüyor etrafımıza: Taşlarını umutsuzluk, korku, umursamazlık ve güvenlik kaygısının oluşturduğu muhkem bir duvar. Avuç avuç tüketilen anksiyete ilaçlarına rağmen hepimizin zihni aynı tehlike çanlarını çalıyor. Hiç birimiz güvende değiliz diyor o çanlar bize daha çok korunmaya, daha çok güvenlik sistemlerine, daha çok kolluk gücüne, daha modern silahlara, daha fazla ve katı yasaya, daha çok kontrol edilmeye daha çok eğitime (devlet menşeli düşünce kontrolüne) ihtiyacımız var. Sokak kameraları ile gözlenmeli, ihbar hatları kurmalı, kimlik bilgileri devletçe kaydedilmemiş hiçbir insan kalmamalı. Okul koridorları online internette görüntülenmeli, ivedilikle özel kuvvetler oluşturmalı…
Fransızların modern devlet polisleşmiş devlettir sözüne nazire yaparcasına Orwell’in Büyük Biraderine doğru koşar adım ilerliyoruz. Ali’nin topu Agop’a atmaması için daha fazla kasmaya da gerek yok artık. Ali, Agop, Berivan falan kalmayacak bu gidişle. Vatandaş 15748635 olmaya doğru giden yolları kolektif güvenlik kaygılarımızla döşüyoruz.
Tehlikenin farkında mısınız?