Son zamanlarda özellikle gençler arasında ortaya çıkan bir şikâyet veya yakınma dikkat çekici. Yazılan yazılarda, makalelerde veya kitaplarda ağır bir dil kullanıldığından ve bunun anlamayı azalttığından dem vuruluyor sürekli. Yayın evleri, gazeteler, dergiler ya da yazarlarda bundan cesaret almışlar ki neşrettikleri bütün mecmualarda ‘’modern’’ bir Türkçe kullanmakta ve kökleşmiş, manaları yerine oturmuş kelimelerin yerine, sonradan türetilmiş, telaffuzları ağızlara oturmamış manaları belirsiz bize ait olmayan kelimeleri kullanmayı tercih eder hale gelmişler.
Okuma ve öğrenme alışkanlığı olmayan bir millet oluvermişiz ki sürekli ‘’kullanılan dil çok ağır’’ deyip duruyoruz. Bundan istifade eden düşmanlarda dili sürekli sadeleştirip yavaş ve sinsi bir şekilde yok etme, tahrip etme yoluna girmişler.
Dil bir milletin temel taşlarından biridir.
Dil bir milletin birlik olabilmesi için imzaladığı gizli bir antlaşmadır.
Dil bir milletin geçmişinden geleceğine köprü kurup, onları birbirine bağlayan ana iptir.
Onu kopardığınız ya da yıktığınız zaman, o milleti kendi benliğinden koparmış olursunuz.
Bir milletin dilini ortadan kaldırmayı ya da değiştirmeyi becerebiliyorsanız, bu o milleti tamamen ortadan kaldırabiliyorsunuz anlamına gelir.
Evet, biz her gün en ufak bir anlama gayreti göstermeden Türkçemize ‘’ağır’’ dedikçe işini bilen işgüzarlarda bizi parça parça yok etmeye devam edecektir.
Bu yazıda bu işgüzarların yaptıklarından bir kesit ve gün geçtikçe daha da yitirdiğimiz Türkçemizin düştüğü ve giderekte battığı ‘’sadeleştirme’’ bataklığını göreceksiniz.
Dil temeli bilinmeyen bir zamanda atılmış antlaşmalar sistemi ve o milletin doğumundan itibaren süregelen bir sosyal varlıktır. Türkçemizde kullanılan her kelime asırlardan beri bir cehd ile kıvamını bulmuş, milletimizin mizacına ve seviyesine uygun mana ve mefhumlar kazanmıştır. Kıvam öylesine yerindedir ki her kelime maksada uygun şekil almıştır. Öyle ki o kelimenin yerine başka bir kelime getirseniz asıl maksadın dışına çıkmış olursunuz.
Bu itibarla dilimiz hem geçmişimiz, tarihimiz ve atalarımızla aramızda bir köprü ve sıkı bir iptir hem de kendimizi anlatabilmenin, anlayabilmenin ve başkaları ile anlaşabilmenin en iyi ve makul yoludur.
Ne yazık ki dilimizin enginliğini ve derinliğini göremeyenler, anlayamayanlar tarafından ‘’sadeleştirme’’ adı altında, o pişmiş, kıvamını bulmuş, olgun sözcükler kaldırılıp yerine nesepsiz, pişmemiş, ham sözcükler konuluyor. Ve maalesef bunun cesaretini ve yetkisini de, dilimizi anlama adına hiçbir gayret sarf etmeden ‘’dil çok ağır’’ diyen bizlerden alıyorlar.
Günümüz insanının bugün, kendi ana dilindeki eserleri anlayamadığı üzücü bir gerçektir. Bunun sebebi de açıktır. Her geçen gün elimizden damla damla akıp giden Türkçenin giderek kaybolması, unutulması…
Unuttuğumuz bu dil ile birlikte yeni nesil kendi özlerinden, gerçek kültürlerinden uzaklaşmakta ve soğumaktadır. Kendi benliklerini tanımayan, anlayamayan bir nesil sonuç olarak ya hepten kaybolmakta ya da başka kültürlerin arasında sıkışıp kalmaktadır. Kendi edebiyatındaki, kültüründeki derinliği ve enginliği idrak edemeyen, anlamak için çaba sarf etmeyen bu millet, içi oyulmuş ve boşaltılmış ‘’modern’’ Türkçeden de hiçbir feyz alamamakta ve kendini anlatamamanın veya anlayamamanın uçurumlarında durmaktadır…
Buraya kadar hep dil dedik sadeleştirmeden söz ettik, kültür dedik yozlaşmadan söz ettik. şimdide isterseniz birazda bu ‘’sadeleştirme’’den ve yozlaşmadan en büyük payı alan edebiyatımızdan birkaç kesiti inceleyelim.
Ne yazık ki bu ‘’sadeleştirme’’ furyasından en büyük yarayı alan Türk edebiyatı artık neredeyse tanınmaz hale gelmiş, kapaklarındaki yazar ve kitap isimleri dışında kendilerine ait bir şey kalmamıştır.
Çoğu ülkedeki telif kanunlarına göre ölümlerinden 70 sene sonra yazarların telif hakkı sona eriyor ve eserler anonimleşiyor. Bunu fırsat bilen yayınevleri de bu anonimleşen eserleri diledikleri gibi değiştirme, sadeleştirme ve hatta eksiltip, ekleme haklarını kendilerinde görüyorlar.
Mesela Ahmet Haşim’in ‘’Bize Göre’’ adlı eserinin orijinalinde geçen ‘sinema’ yazısı 3F yayınevinin neşrettiği yeni baskılarda yok. *
Ya da aynı eserin orijinalinde geçen ‘’Mehmet Emin Beyefendi’nin mütalalaarı, ıbrahim Alaadin’in Resimli Gazete’de intişar eden vâkıfane bir makalesine mevzu teşkil etti.’’ cümlesi 3F Yayınevinin baskılarında: ‘’Mehmet Emin Beyefendi’nin yorumları, ıbrahim Alaadin’in Resimli Gazete’de yayımlanan kuşatıcı bir makalesine konu oluşturdu.’’* şeklinde değiştirilmiştir. Burada iki cümle arasındaki fark ve yazarın ilk cümleye kattığı edebi hazzın ikinci cümlede nasılda katledilmiş olduğunun muhakemesini sizin vicdanlarınıza bırakıyoruz.
şüphesiz Ahmet Haşim’e yapılan kıyımlar bu kadar sınırlı değil. Ama biz şimdi buradan bir başka kıymetli yazarımıza, telif yasasının büyük madurlarından Ömer Seyfettin’e geçelim. Kendisinin eserlerinde geçen ‘’ mütereddit, muallim, delalet, tahsil …’’ gibi sözcüklerin yerine günümüz baskılarında ‘’ikircilik, öğretmen, aracılık, eğitim…’’ sözcükleri kullanılmakta.*
Seyfettin’in Bomba hikayesindeki ‘’Zaten say’e karşı derin muhabbeti vardı.’’ cümlesi, ınkılap Yayınevinin baskılarında ‘’Zaten çalışmayı çok severdi.’’, Engin Yayınevinin baskılarında ‘’Zaten çalışmaya karşı derin bir sevgisi vardı.’’ şeklinde geçmektedir. *
Bu tür değişikliklere ‘’sadeleştirme’’ ya da eksiltmelere Ömer Seyfettin’in neredeyse bütün eserlerinin her sayfasında rastlamak mümkün.
Peyami Safa okuyan bilir. Günümüz Türkçesine en yakın ve dili gayet anlaşılır bir yazardır. Yıllarca kendisine hiç dokunulmadan orijinal haliyle bastırılmıştır Peyami Safa’nın eserleri. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanında geçen ‘’Hastalığına dair sualler soruyor, verdiğim kısa cevaplara kanaat etmiyordu.’’ cümlesindeki ‘’kanaat’’ sözcüğü 2004 yılında çıkan Alkım Yayınevinin yayınladığı baskılarda ‘’yetinmek’’ olarak değiştirilmiş.*
Bu değişimden ve eklemelerden büyük bir pay alan Reşat Nuri Güntekin’i de unutmamak gerek. Kendisinin meşhur romanı Çalıkuşu’nun orijinalinde geçen ‘’Yahu küçük hanım, şu kızı kandırıp müslüman edelim… Sevaplı iştir…’’, ‘’Allah sana da ona da, Hak dininde can vermek nasip etsin’’, ‘’Yaz kızım yaz…Hem dinini seversen bendende selam yaz…’’, ‘’ Gelir gelmez dua edersen daha makbule geçer.’’ ılk iki cümle yeni baskılarda yok.* Diğer iki cümleye ise günümüzde sadece ınkılap Yayınevinin baskılarında rastlıyoruz. Tabi gene ‘’sadeleştirmeler’’ ile… ışte yeni baskılardaki o iki cümlenin yeni hali: ‘’ Yaz kızım yaz ve beni seversen bendende selam yaz’’ ve ‘’ Gelir gelmez Zeyni Baba’yı ziyaret edersen daha makbule geçer.’’ *
şimdi buradaki değişimi ‘’sadeleştirme’’ veya yazıyı anlaşılır kılmak mazereti açıklar mı? ‘’Dini sevmenin’’ yerine ‘’bir şahsı sevmek’’ yada ‘’ kendisine dua edilen Allah’ın’’ yerine ‘’Zeyni baba‘’yı koymak hangi düşüncenin eseridir?… Bunun muhakemesini de size bırakıyoruz.
Reşat Nuri’nin eserlerinin her yerinde bu kıyımlar hatta katliamlar mevcut.
Mesela kendisinin Akşam Güneşi adlı eserinin orijinalinde geçen ‘’…dadısıyla beraber ıstanbul’a inecekti.’’ cümlesinden sonra yeni bir paragrafa geçiliyor.* Lakin yeni baskılarda bu cümlenin sonuna fazladan bir cümle konuluyor: ‘’Zavallı çocuk dağ başında kendi kendine yaşayamazdıki…’’ *
Reşat Nuri’nin eserlerine yapılan kıyımlardan trajikomik bir örnek daha verelim;
Leyla ile Mecnun ve Tanrı Misafiri adlı hikaye kitaplarındaki aynı hikayelerin günümüz baskılarına baktığımızda bile farklılık gösterdiğini görüyoruz.
Mesela Gümrük Kaçakçılığı hikayesinde Muallim Naci’nin Kuzu şiirinden bir beyit geçiyor. Ancak iki kitapta da bu beyit farklı ve yanlış! Leyla ile Mecnunda ‘’Bilsem şu kuzu neden gam almış / Her nalesi kalbe dağzındır!’’ şeklinde, Tanrı Misafirinde ‘’Bilsem şu kuzu neden gaz almış / Her nâlesi kalbe dağzendir!’’ olarak geçiyor.*
Oysa Muallim Naci’nin şiiri şu şekildedir: ‘’ Bilsem şu kuzu neden gam almış / Her nâlesi kalbe dağzendir.’’*
Reşat Nuri’nin eserleri sadece değiştirilmekle, sadeleştirmekle ya da eklemeler yapmakla yetinilmemiş daha bir çok güzide eseri (sözde) ‘’genç nesil’’ için hacimce de sadeleştirilmekte…
Herkesçe âşikardır ki, böylesine tahribatlara kıyımlara uğramış bir eser artık müellifini eseri olmaktan çıkar hatta eser dahi kendisi olmaktan çıkar.
Buraya kadar saydıklarımız Türkçenin ve Türk edebiyatının düştüğü sadeleştirme bataklığının yalnızca çok küçük ve belirgin birkaç örneğinden ibaret. Dilde ve edebiyatta yapılan bu kıyımlar daha ayrıntılı bir inceleme yapıldığında insan ağzını uçuklatacak cinstendir. Ve bu kıyım hala kural tanımaksızın son sürat devam etmekte ve Türkçemiz ucu belirsiz bir sona doğru giden uçuruma itilmektedir.
Sürekli sadeleştirme dilin içini oyduğu gibi yeni bir sadeleştirmeyi de beraberinde getirir. Sonuç olarak elde yetersiz, fakir, manayı karşılamaktan yoksun, ağızlara oturmayan belli sesler topluluğu kalır. Ve millet giderek bu dilden kopar, kaybolur.
Buna karşı Türkçemizi kurtarma adına gayret göstermesi gerekenler yine bizleriz. Ona kıymet vermeli ve onu anlama adına elimizdeki bütün gayret ve cehdi ortaya koymamız gerekir. Bunun için her ne kadar geç kalmış olsak da kendimizi kurtarmamız için hala vakit var. Zira biz kollarımızı sıvamak tavizinde bulunmazsak karanlık ve yok oluş milletimiz için pekte uzak değildir. Belki biz değil ancak neslimiz Türkçeden yoksun olacaktır…
Türkçeyi canlandırma, diriltme ve koruma adına yazar ve yayınevlerine de büyük sorumluluk ve görev düşmektedir.
Artık eserleri cımbızlamaktan ve böylece hem dille hem de kültürle oynamaktan vazgeçmeleri gerekir.
Eğer gaye genç nesillere edebiyatımızı idrak ettirmek ve anlaşılır kılmaksa bunun daha makul ve münasip yolları mevcuttur. Mesela günümüzce yabancı veya kullanılmayan kelimelerin anlamları sayfa sonuna, kitap arkasına ya da parantez içlerine yazılabilir. Bu şekilde hem olgunlaşmış ve kıymet kazanmış dilimizin muhafazasını sağlayabilir hem de kendimizi ve fikirlerimizi daha doğru biçimde, daha derin manası ile izah etmenin fırsatını kazanmış oluruz.
Geçmişimiz ile olan bağımızı koruyabilme adına bu ve bu tür hassasiyetler, çalışmalar elzemdir.
Öte yandan günümüzdeki yazar ve aydınların, herkezin anlaması ve idrak etmesi için kitaplarında, makalelerinde, yazılarında yada çalışmalarındaki dil ve üslubun, seviyesini düşürmeleri katiyen yanlış olur. Elbette muhatabın idrak seviyesini göz önünde bulundurmak ve buna uygun bir dil seçmek ilahi, âli üsluptur. Bu anne babanın bebekle, bebek dilinde konuşması gibidir. Çok defa onlar yediği şeye mama, gezdiği yere atta derler.
Lakin herkes için anlaşılır olma bahanesi ile dili ve üslubu avama indirgemek bir talihsizlik olur. ‘’ınsanlara akılları nispetinde ve idrak seviyelerine göre konuşun ‘’ prensibinden ayrılmadan ve lisan âbidesi bozulmadan ortak ve orta bir yol bulunmalıdır. Bu yol ancak yazar ve okuyanın, konuşan ve dinleyenin ortak gayret ve çabasıyla mümkündür.
Biri hakikatleri, dilin şekline dokunmadan ve avamlaştırmadan anlatabilme diğeri ise anlayabilme çabası göstermelidir ki böylece dilin canına kıymadan hem orta yolda buluşulabilsin hem de hakikatler kıymetine uygun anlatılıp anlaşılsın.