KİMSE TÜRK’ÜN YURDUNA SAHİP ÇIKMAYA ÇALIŞMASIN
7.yüzyıldan itibaren Arap hakimiyetine giren Diyarbakır, 11. yüzyılda Türkmen akınlarıyla karşılaşıncaya dek Arap idaresinde kalmıştır.
Bu yüzyılın sonlarına doğru 1085 yılında Büyük Selçuklu Devleti’nin idaresi altına giren Diyarbakır ve çevresi, bundan sonra da sırasıyla Artuklular, Eyyubiler, Anadolu Selçukluları, İlhanlı, Timur, Akkoyunlu ve Safevi hakimiyetlerinde kalmıştır.
Nitekim Türkler siyasî ve askerî üstünlüğü sağladıktan sonra yöreye hareketli bir sosyo-kültürel yatırım başlatmışlardır.
Türk kültür ve medeniyeti dinamik bir süreç içinde değişik Türk boyları vasıtasıyla Diyarbakır bölgesinde kökleştirilmiş, bu nedenle siyasî otoriteyi elinde bulunduranların isim ve unvanlarındaki farklılaşmaya rağmen bölgenin Türk kimliği değişmemiştir.”
(Akgündüz 1998: 65)
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun 11. yüzyıldan itibaren Türk boyları ile dolduğu; bu yüzden bölgeye Marco Polo ve Josefa Barbara gibi Batılı seyyahlar tarafından Turcomania (Türkmen Ülkesi) adı verildiği bilinmektedir.
Bugün bu yörenin ahalisi Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmenleri’nin evlatlarıdır.
(Aka 1998: 185)
Doğu Anadolu’nun batısında çok sarp ve dağlık bir bölgede bulunan Tunceli’nin tarihi de çok eski çağlara dayanır.
Tunceli’nin ilk sakinleri Orta Asya’dan gelen Türk kavimleridir.
Tunceli’nin tarihi Orta Asya asıllı Türk kavimleriyle başlar.
Daha sonra da Anadolu’da ilk siyasi birliği kuran Hitit Türkleri bu bölgeyi kendi sınırları içine dâhil ettiler.
Hititler iktidar ve iç savaşlarla zayıflayınca sırasıyla
Hurriler, Babiller ve Asurlar bu toprakları hâkimiyetleri altına aldılar.
M.Ö. 6 ve 4. Asırda Türk kavmi olan Medler ve onların yerine geçen Persler bu bölgeyi ele geçirdiler.
Medler M.Ö 4500 yıllarında bir Türk boyu olduğu tarihi gerçeklere dayanan Sakalardan ayrılarak bugünkü Azerbaycan bölgesinde Mata (Mada) adındaki önderlerinin başkanlığında bir beylik olarak tarih sahnesine çıkmışlardır.
Daha sonra Bizanslılar, doğudan gelecek akınlara karşı çok sarp dağlık ve tabii bir kale durumu arz eden Tunceli bölgesine büyük önem verdi.
Bizans İmparatorlarından Leon Çimişkes, bu bölgede doğdu ve gençliğini burada geçirdi.
Bizans İmparatoru olunca doğduğu köyü imar edip büyük bir şehir hâline getirerek, “Çimişkesopolis” ismini verdi.
Bugün bu şehir “Çemişgezek” ismiyle anılır.
26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferinden sonra Alparslan’ın komutanlarından Saltık bin Ali Kasım tarafından fethedilerek merkezî Erzurum’da bulunan Saltık Oğulları Türk Beyliğine katıldı.
1201’de Saltık Oğulları Türk Beyliği, Anadolu Selçuklu Devleti tarafından kaldırılınca Tunceli, 1252 yılına kadar merkezi Erzincan’da bulunan Türkmen Mengücükoğulları Türk Beyliğine ve bir ara Artukoğulları Türk Beyliğine dâhil oldu.
Mengücükoğulları Türk Beyliğine son verilince bu bölge Türkiye Selçuklu Devletine ve başşehir Konya’ya bağlandı.
Moğol istilâsında tahrip ve yıkımdan, arazinin sarplığı sebebiyle kurtulunca bazı Türk boyları bu emniyetli bölgeye göç ettiler.
Bölge halkının aslı bir yandan da Horasan’dan gelen Türk boylarıydı.
Buradaki Türk boyları Çemişgezek Beylerinin sesini duyurmaya başladılar.
Celaleddin Harzemşah bu bölgede bir şaki tarafından öldürüldü.
On üçüncü asır sonlarında İlhanlılar, sonra da Celayirliler, Timurlular, Karakoyunlular ve Akkoyunlular bu bölgeye hâkim oldular.
İran Safevi Şahı İsmail, bölgeyi ele geçirmek için bu havalide yoğun bir Şiî propagandası başlattı ve bu bölgeyi Hacı Rüstem Bey, Şah İsmail’in temsilcisi, Nur Ali’ye teslim etti.
İsmail’in Anadolu’yu ele geçirme plânını daha Trabzon Valiliği esnasında müşahede eden Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’e karşı sefere çıktı ve Çaldıran Zaferini kazanarak bu bölgeyi 1514’te Osmanlı Devleti’ne dahil etti.
Hacı Rüstem Bey idam edildi ve oğlu Pir Hüseyin Bey’in cesaret ve dinine bağlılığını takdir ederek kendisine Çemişgezek Beyliği verildi.
Pir Hüseyin Bey derhal Nur Ali ile mücadele ederek Nur Ali’yi ve kuvvetlerini yendi.
Pir Hüseyin Bey’in ölümünden sonra Çemişgezek,
4 sancak ve 14 zeamete ayrılarak oğulları arasında Kanuni Sultan Süleyman tarafından taksim edildi.
Bu dört sancak Çemişgezek, Pertek, Sağman ve Mazgirt’tir.
Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslar, Pülümür’e kadar ilerlemişlerse de Türklerin kahramanca direnişi karşısında çok zayiat verdiler.
Bu çarpışmalarda Rus ölüleriyle dolan dereye “Leş Deresi” denir.
Rus birlikleri bölgedeki Türk halkının kahramanca mücadele ve direnişi karşısında geri çekilmek zorunda kaldılar.
Cumhuriyet’in ilanının ardından Tunceli ili 30 Aralık 1946’da resmileşti.
Şeref Han‘ın Şerefname‘de açıkça belirttiği gibi Çemişgezek hükümdarları çocukları isimleri, kendi isimleri hepsi Türk’tür ve Türkçe Melkişi, Şah Melik, Melik Şah demektir.
“Bunların Kürtlükle hiçbir ilgisi yoktur” diyerek altını çok belirgin olarak çizmiştir.
Şeref Han Tuncelililerin etnik kimliği konusunda tarihsel gerçekleri ortaya koymaktadır.
Kars, Türk yurdudur.
Bölge nüfusu kendinin nereden geldiğini aslını çok iyi bilir.
Şanlı Urfa, tarihsel olarak Türk kültürüyle harmanlanmış bir şehirdir.
Yavuz döneminde Kürt beylikleri İdrisi Bitlisi sayesinde Osmanlı’ya katılırken Urfa’da Türkler yaşıyordu.
Urfalılar Kerkük Türkmenleriyle de akrabadır.
Alaaddinli, Didanlı, Picanlı, Bazaki, Açarlı, Karakeçili, Döğerli, İzollu, Badıllı, Türkan aşireti gibi bölgede etkin Türkmen aileler mevcuttur.
Bölge insanı ile bu aşiretlerin etkisi ile Milli Mücadele döneminde Şanlı Urfa’dan Fransızları kovmuştur.
Antep ve yöresi, MÖ 1800 ve MÖ 1200 yılları arasında Hitit (Eti) Uygarlığı’nın merkezi olmuştur.
Hitit Devleti’nin parçalanmasından sonra bölgede bir süre Kargamış Krallığı hüküm sürmüş; daha sonra sırasıyla Urartular, Asurlar, Medler, Persler, Büyük İskender, Selokidler ve Kommagene Krallıkları hüküm sürmüşlerdir.
1040 yılındaki Dandanakan Savaşı’na kadar bölge, pek çok egemenlik mücadelesine sahne olmuş ve sürekli el değiştirmiştir.
Ayrıca bu tarihten itibaren bu topraklara kimi Türk boyları gelmeye başlamış ve 1067 yılında Antep çevresine ilk Selçuklu fetihlerinin gerçekleştirilmesiyle bölgede çok daha etkin bir Türkmen yerleşmesi başlamış olup bu tarihlerde
Antep yöresi tam bir Oğuz yurduna dönüşmüştür.
(Güngör, 2004: 24)
Daha hangi şehri anlatayım?
Musul’un, Kerkük’ün Türk yurdu olduğundan kimin ne şüphesi var?
Anadolu baştanbaşa Türk yurdudur.
“Kürdistan” safsatası ya da “Kürt İlleri” söylemine sığınmak bu ülkeyi bölmenin piyonu olmaktan öte bir şey değildir.
Hangi ilin altını kazarsan kaz bulacağınız Türk’tür, Türk kültürüdür, Türk kanıdır.
Yıllarca Kürtlük adına adı ön plana atılan sanatçı İlyas Salman bile, Flash Haber TV’de yayınlanan Hafta Sonu Haberleri adlı programda Kürt olmadığını, Türkmen Alevisi bir aileden geldiğini şöyle belirtmişti:
“Halbuki Kürt değilim.
Ben Türkmen Alevisi bir ailenin çocuğuyum.
Türkmen kökenliyim.
Filmlerde yarı bozuk Kürtçe Türkçesini kullandığım için, yani bozuk bir Türkçe kullandığım için Kürt olarak nitelendirildim ya da öyle anlaşıldım.
Kürt olsaydım da Kürtlüğümle onur duyardım.
Şimdi Türkmenliğimle onur duyuyorum.”
Bölgede yaşayan insanımızın çoğu da bu durumda.
Türk olduğunun farkında bile değil.
Yavuz Sultan Selim döneminde bölgedeki Türklerin katledilmesinin ardından Türkler ya sinmiş, Türklüklerini unutmak zorunda kalmışlar ya da uzun yıllar ilmik ilmik işlenen asimilasyona maruz kalmışlardır.
Anadolu’nun ne zamandır Türk olduğunu, ne kadar Türk olduğunu önceki yazılarımda ele almaya çalışmıştım.
Kimse ırk düşmanlığı yaptığımı bir başka ırkı yok saydığımı da düşünmesin.
Demem o ki; kimse Türk’ün yurduna sahip çıkmaya çalışmasın!..