Devlerin Dansı

Tepegözler Mimarisi

Neolitik (Cilalı Taş Çağı) insan inşaatçılığa, iri, oyulmamış kayalarla başladı ve bu kayaları harç ya da benzer bir şey kullanmaksızın birbirinin üzerine oturttu. Cilalı Taş Çağı’nın sonları ve onu izleyen Bronz Çağı’nın başlangıcın­da bu tür mimari oldukça gelişti. Bu kaba taştan anıtlar, dünyada görülen en olağanüstü yapıların arasında yer alır, çünkü:

Taşları bu yapıların olduğu yere taşımak ve birbirinin üzerine oturtmak için büyük bir yaratıcılık kullanılmış olmalıdır.

(Tepegözler (Kikloplar): Klasik mitolojide “Titanlar” ve “Kikloplar” (Cyclops) olarak iki ayrı dev ırkından söz edilir. Kikloplar Türk Mitolojisinde “Tepegöz” adıyla geçer. Kiklopların üç türünden biri de “duvarcı Kikloplar” adını taşırlar ki kökenleri Anadolu’nun Likya bölgesi olarak gösterilir.)

Birçok küçük taş yerine çok büyük taşlar kullanılmıştır. Örneğin, Malta’daki Hagiar Kim tapınağındaki bir taş blok 6,4 x 2,7 x 2,7 metre boyutunda ve Lübnan’da Baalbek’deki bir blok 18,8 x 6 x 4,6 metre boyutunda ve herhan­gi bir inşaatta kullanılmış en büyük tek parçalık kaya olduğu öne sürülmüştür. (Kiklopik tarzdan sonra geliştirilmiş olan Mısır Piramitleri’nin en büyük taşı 5,4 metreden fazla değildir ve bunlar destek olarak kullanılmış özel taşlardır. Oysa, kikloplarda neredeyse tüm taşlar devasa boyuttadırlar.)

Trilithon

Baalbek Blokları

Taşları üst üste, dikebilmek için çok sayıda ve iyi örgütlenmiş, uzun süre boyunca tek komuta altında, birlik içerisinde hareket eden, binlerce kişiden oluşan bir işçi takımı oluşturulmuş olmalı.

Bu kadar büyük taşların taş ocağından nasıl çıkartıldığını, taş ocakların­dan çıkartılmadılarsa da nasıl bu kadar çok sayıda, uygun biçimlerde ve kul­lanıma uygun olabildiklerini anlamak güçtür.

Kiklopik tarzdaki bu yapıların yedi ana yapısal türü bulunmaktadır ve yu­karıda söz ettiğimiz en basitinden başlayarak yapım zorluklarına göre sırala­yacağız:

(Burada sözü edilen tüm taş yapılar, prehistoryacılara göre tarih öncesi çağlarda dikilmiştir. Çoğu araştırmacı bu tür taş yapıların özellikle “ley hatları” üzerine yerleştirildiği ve çoğunlukla büyüsel ve psişik amaçlar doğrultusunda kullanıldığına ilişkin ortak görüşe sahiptir.)

(Kullanılan sınıflandırma türü T. E. Peet’e aittir: “Rough Stone Monuments and The­ir Builders” (Kaba Taş Anıtlar ve Bunları İnşa Edenler), Londra ve New York, 1912. Diğer yazarların sınıflandırmalarına göre daha doğru görünüyor.)

1- Bir ile dokuz metre arasındaki yükseklikte, bazı noktalarda sayıca çok olan ve birbirine benzeyen menhirler ya da megalitler.

2- İki dikey taşın üzerine oturtulmuş, üçüncü bir yatay taştan oluşan trilithon’lar.

3- Bir boşluğu çevreleyen birkaç dikey taşın üzerine oturtulmuş bir yatay taştan oluşan dolmen’ler.

4- Belirli bir biçimde aralı küçük ya da orta boy menhirler ya da hizalan­mış taşlar.

5- Sağ kollarda koridorlar bulunabilen, birbiriyle karşılıklı trilithon sıraları ya da koridor-mezarlar.

6- Stonehenge’deki gibi, bazen üst kısımda yatay kare taşlar bulunan çember, elips ya da ender olarak kare biçiminde menhir sıraları ya da cromlechler (kromleç).

7- Sardinya Adası, Malta ve Gozo’daki olağanüstü yapılara benzeyen daha karmaşık biçimli, büyük bir olasılıkla, daha sonraki dönemlerde yapılmış megalitik tapınaklar. Bu megalitler birçok yerde kayalara oyularak yapılmış ve yukarıda anlatılan uzun tünelli ve kurganlara benzetilir. Bazılarında, tünelin içinde yukarıda değinilen koridor mezarın eşi olan megalitik bir yapı bulunur. Hatta kimileri, önceden bir tünelin içerisinde yer almış ve üzeri toprakla ör­tülü olabilir. (Kurgan (İng. caim): Bir yeri işaretlemek için, bir insanın ya da bir olayın anısına, özellikle dağ tepelerine dikilen taş yığını biçiminde anıt.)

Yaygın Bir Kült

Megalitlerin dağılımı da doğaları kadar olağanüstüdür. Britanya adalarında sıkça rastlanır, Galler’de ise dikkat çekici biçimde çok sayıdadırlar. Fransa’da, özellikle de Bretagne’da neredeyse sayısızdır ve zaten menhir ve dolmen sözcükleri Breton kökenlidir. İspanya ve Portekiz’de de birçok örnekleri vardır. İsveç, Danimarka ve Kuzey Almanya’da da sık görülür. Hollanda ve Belçi­ka’da ender rastlanır ve İsviçre’de yalnızca iki adettir. Akdeniz’de Korsika, Sardinya, Malta, Gozo, Pantellaria, Lampedusa ve bir noktaya kadar Sicilya’da rastlanabilir, ancak İtalya’da hiç yoktur. Balkanlar’da birkaç tane var­dır, ancak Yunanistan’da yoktur. Kafkaslar’da ve Kırım’da görülür, ancak Rusya’nın hiçbir yerinde yoktur. Afrika’nın kuzey kıyısı boyunca, Tripoli’den Fas’a kadar uzanırlar, ancak anlaşılan, yerlerini piramitlerin aldığı Mısır’da görülmezken, Sudan’da birkaçına rastlanabilir. Asya’da Ürdün, Suriye, İran, Hindistan, Kore ve Japonya’da vardır ve Alaska, hatta Büyük Okyanus ada­larına kadar yayılmışlardır.

Meksika ve Peru’da, tıpkı Mısır’da olduğu gibi, yerlerini bir piramit kültüne bırakmışlardır.  Afrika’nın birçok yerinde, kuzey ve orta Avrupa ile kuzey Asya’nın büyük bir bölümünde görülmezler.

Megalitler Malinezya’da, özellikle Yeni Hebrid Adaları’nda yalnızca birkaç adet bulunmakla kalmaz, hâlâ zaman zaman yenileri dikilmektedir. Yakın za­manlara dek, halkın yüce beklentilerini temsil eden anatanrıça ve oğlunu çevreleyen, ilk Avrupalılarınkini oldukça andıran ayinler ya da gizemlerle dolu bir taş devri kültü geliştirilmişti. Bununla birlikte domuz kurban edilirdi. Bu kült önceden, başka yerlerde ilgi görmüş ve Mısır, Girit, Yunanistan ve Ro­ma’yı oldukça etkilemiştir. Malta’nın megalitik tapınaklarında bize göre, tu­haf anatanrıça (Daha önce anlatılan şişman figürlere benzer) ve Sümer ile Girit etkilerini taşıyan erkek ve kadın figürleri bu­lunmuştur. Boğa ya da koyun gibi, domuzdan başka hayvanlar ve bazen de yalnızca bitkiler kurban edilirdi.

İlkel megalitik yapıların taşları ya az yontulmuş ya da hiç yontulmamıştır, ancak yer yer Akdeniz bölgesinin ilk dinsel ve estetik figürlerine benzeyen simgesel motifler görülür.

Çok sayıda megalitik yapının yıkıldığı, parçalandığı ya da yeni yapıların ya­pımında kullanıldığı kesindir.

Megalitik yapıların kimileri belirli bir biçimde konumlanmanın izlerini ta­şır ve neredeyse tüm kadim anıtlar gibi ilkel astrolojiyle bağlantılıdır.

Devler ve Erkek Büyücüler (Wizards)

Hiç kuşku yok ki, bu tür taşlar, boyutlarından ötürü ve ancak “büyü” yoluy­la yerlerine konulabileceği şeklindeki yaklaşımdan ötürü her zaman devlerle ilişkilendirilmişlerdir.

İlk İngiliz yazarları, Stonehenge’in taşlarını Sakson işgalciler tarafından kılıç­tan geçirilen birçok ünlü savaşçının anısına, Kral Arthur’un sarayındaki ünlü büyücü Merlin’in büyücülük yeteneği ve onbeş bin kişinin yardımıyla, İrlanda’dan getirtilip şimdiki yerine yerleştirildiğini öne sürmüşlerdi. Bunlara “Devle­rin Dansı” adı verilmişti ve Britanya Kralı Aurelius Ambroius’ün döneminde, İrlanda’da bir dağ olan Killarius’ta bulunuyordu. Kimilerine göreyse devler tara­fından Afrika’dan İrlanda’ya getirilmişlerdi. Açıkçası, onlara ulusal güvenliği sağlayan bir unsur gözüyle bakılıyordu. İrlanda’yı fethetmek isteyen birçok ki­şi onlar için savaşmak zorundaydı ve onları ele geçirmeye geldiklerinde, Merlin kendi olanaklarıyla yardıma gelene kadar taşları indirmeyi başaramadılar.

Fransa’daki megalitlerin çoğu, François Rabelais’nin (1490-1553) aşk kome­dilerinde kahramanlaşmadan önce de, Fransız folklorunda tanınan dev Gargantua’yla özdeşleştirildi.

Berkshire’da üç odalı bir koridor-mezar Demirci Wayland Mağarası adını taşır. İnanışa göre Wayland, atları büyüsel bir yöntemle nalladığı sanılan ve görkemli kılıçlar ve zırhlar üreten hayalete benzer, bir başka deyişle esrarengiz bir nalbanttır. Bu isim, Almanya’da Wieland, İskandinavya’da da Völund adıyla bilinir ve klasik mitolojideki Vulkan’a çok benzer.

Megalitlerle ilgili başka bir görüş de, Druidler ile bağlantılı olduklarıdır ve 18. yüzyılda antikacı W. Stukeley ve şair William Blake taralından da önemli bir yaklaşım olarak desteklenmiştir.

Güneş Tapınakları

Megalitlerin önemli kişilerin mezarı olduğu konusunda çok az kuşku bulun­makta ve Güneş ya da gezegenlerle ilgili bir simgeciliği içeren bir tür tapın­mayla bağdaştırılmaktadır.

İngiltere’nin Wiltshire yöresindeki Salisbury ovası üzerinde yer alan Stonehenge cromlech’i, hâlâ görülebilen bir toprak yığınıyla ortak bir merkezi çev­releyen iki daireden oluşur. Burada bir sunak taşı bulunmakta ve biraz ötede, aynı sırada, toprakla kenarları belirlenmiş geniş bir yolun yanında “Friar’ın to­puğu” olarak bilinen dik bir taş vardır. Yaz gündönümünde, güneş bu sıra bo­yunca en üst noktaya çıkar. Yapının doğru yönde dikildiği sanılmaktadır.

1 - The A344 and the visitor car park as they are now. (c) English Heritage

Stonehenge

stonehenge_2269243b
Stonehenge

Stonehenge cromlech’inin yapım aşamaları

stonehenge_0
Bir 19. Yüzyıl fotoğrafında Stonehenge

Britanya’da birkaç tane daha cromlech bulunmaktadır. Bunların kimileri ol­dukça karmaşıktır. Daha çok Cornwall’ dadırlar, ancak Somerset’te bulunan bir cromlech, bir büyük ve iki küçük çemberden oluşur. Dolmenler ise Galler’de, Domwall ve Devon’da sıkça, Britanya’nın geri kalan yerlerinde ender görülür.

İngiltere’de megalitlerin en yaygın bulunduğu yer Wiltshire’da Avebury yöresidir. Burada çok sayıda toprak siperler vardır ve yakınlardaki Silbury Hill’in yapay bir tepe olduğu sanılmaktadır. Avebury’de yaklaşık yüz taştan oluşan bir daire ve bu dairenin içinde ortak bir merkezi çevreleyen iki çift daire daha vardır. Kuzeydeki çiftin ortasında sunağa benzeyen, üç desteğin üzerine oturtulmuş bir yatay taş; güneydeki çiftin ortasında bir tek menhir vardır. Bu düzene giden uzun yolun iki tarafı menhirlerle sıralıdır. Yolun düz değil de, yılan gibi kıvrılıyor olması, Stukelcy’in bunu Druidler’in yılana tapmalarıyla ilişkilendirmesine neden olmuştur.

Avebury 3
Avebury 2
Avebury

Avebury

Bretagne’da bulunan çok sayıda megalitik kalıntının en büyüğü Carnac yö­resinde beş sıra şeklinde ve en büyüğü 20 metre boyunda, yaklaşık 600 taştan oluşanıdır. Ayrıca kurgan niteliği taşıyan birkaç dolmen vardır. Bugün sayıla­rı oldukça azalmış olsa da, özgün durumunda her sırada 15 bin taş olduğu sa­nılmaktadır.

Carnac 2

Carnac Megalitleri

Malta ve Gozo’daki megalitik tapınaklar şu anki biçimleriyle daha çok bi­naya benzerler, bazılarında dev taşlar kabaca bir duvar oluşturur. Ayrıca, kiklopik taşlardan oluşan bir duvar da İspanya’nın Tarragona yöresinde bulun­maktadır.

Bunlar, daha çok geleneksel biçimlere benzese de bu tür yapılar mimarlığın başka bir biçimine girer. Ancak genelde yontulmuş ve kesilmiş olsa da dev blokların kullanılmış olması bakımından gerçekte mcga­litik yapılardır.

Bunların en dikkat çekici olanı, Bolivya’da And Dağları’nın üst kısımların­da, yaklaşık 150 km uzunlukta çok geniş bir alanı kaplayan Titicaca Gölü’nün yakınlarındaki Tiahuanaco kalıntılarında görülür. Neredeyse 430 hektarlık bir alanı kaplayan bu kalıntıların İnkalar’dan önceki bir kültüre ait olduğuna inanılır. Burada çok büyük monolitler bulunmuştur ve bu monolitlerle büyük bir tapınak inşa edildiği sanılmaktadır. Harç kullanılmamış, ancak taşlan birarada tutmak için bronz kıskaçların kullanıldığına ilişkin bazı izler bulunmakta­dır. Bu bölge günümüzde oldukça kasvetli ve terk edilmiş durumdadır.

Tiahuanaco 1
Kalasasaya-Building-Tiahuanaco-Bolivia-Pumapunku

Tiahuanaco Kalıntıları

Büyük Okyanus’un kuzeybatısındaki Caroline Adaları’ndan biri olan Ponape’de, “Büyük Okyanus’un Viyanası” denilen Nan-Matal adında bir kent vardır. Kent, kanallarla bölünmüş sayıca elliden çok adanın üzerinde bulunur. Bu adaların tümü yapaydır ve iri prizmatik bazalt blokların, sırayla paralel katmanlar halinde sağ açıyla yerleştirilmesiyle inşa edilmiştir. Yerel inanışlara göre, burası Yunan mitolojisindeki Titanlara benzeyen kadim bir ırktan iki prensin büyüsel güçleri ve ruhların yardımıyla inşa edilmiştir. Benzeri kiklopik yapılar Lele adasında da bulunmaktadır.

Güney Amerika’da, Şili’ye yaklaşık 3.500 km uzaklıkta, Büyük Okyanus’un doğusunda bir yerleşim bölgesi olan Paskalya Adası’nda kaba ve ürkütücü gö­rünümlü, boyları 1 ile 21 metre arasında değişen 550’den fazla taş heykel bulunmaktadır. Bunları yapan insanların, 600 yıl önce Maori kökenli işgalciler tarafından yok edildiği bilinmektedir. (Birkaçı başka yerlere götürülmüştür; biri British Museum’ın dışında durmaktadır, Bloomsbury, Londra; arkasında crux ansata ya da Mısır haçının [ankh] işareti var­dır.)

Son olarak, artık kaba olmayan, daha ince çalışılmış megalitik yapıların Mısır tapınaklarında kullanıldığını görüyoruz. Bunların işçiliği farklı ve çok daha özenli olmakla birlikte, biçimsel olarak fark edilir ölçüde benzerlikler vardır. Örneğin Karnak tapınağının giriş yerlerinin triliton biçiminde olduğu açıktır.

Kader Taşı

Malta’daki tapınaklar gibi, çok gelişmiş megalitik yapılar Sir Arthur Evans (1851-1941: Girit’teki Knossos Sarayı kazılarıyla ünlenen İngiliz arkeolog.) tarafından baetyl’e tapınmayla ilişkilendirilmişti. Bu, büyük bir olasılıkla önceleri bir ağaçtı; sonradan dikey bir odun ya da taş sütununa dönüştü. As­lında, menhirler dikmek düşüncesi, bu baetyl’lerden ortaya çıkmış olabilir ve cromlech’ler inşa edildiğinde, ortada kutsal bir dikey taşın ya da trilitonun oluşturduğu bir oyuk vardı. Üstelik, megalitik tapınakların çoğunda bir sunak taşı ya da biri dikey, diğeri yatay iki taş vardı ve ilk çağlardan beri sunaklar yağlanarak kutsanmıştır. Dahası, rahipler ve krallar yağla kutsanmış ve bazen göreve getiriliş ya da taç giyme töreninin bir parçası olarak sunağa benzer bir yapının üzerine çıkartılmıştır. (Menhirler ve cromlech’ler bazen ahşaptan inşa edilirdi; Avebury yakınlarında, Woodhenge olarak adlandırılan tarih öncesinden kalma daire biçimindeki yapay ağaç gövdelerinin kalıntıları havadan keşfedilmiştir.)

İngiliz taç giyme taşı ya da Kader Taşı yalnızca bir efsane de olsa, Filistin, İrlanda, İskoçya ve İngiltere arasında değerli bir psişik bağ içerdiğine inanıyo­ruz. Taç Giyme tahtının altına yerleştirilmiş ve İngiliz hükümdarlarının Taç Giyme törenlerinde tahtta oturmaları için kullanılan taş, kırmızı damarlı, 56x 33×38 cm boyutunda, çelik mavisi renginde bir kumtaşı bloğudur.

Bu taşın, Yakup peygamber tarafından yağlandığı, yerine yerleştirildiği ve “Tanrının evi” olarak (oturduğu yer anlamında) adlandırdığı söylenir. İbrani kralları döneminde, taşın Kudüs Tapınağı’nda olduğu ve Yahudi krallarının ta­şın üzerinde ya da yanında taç giydikleri söylenir. İ.Ö 4. yüzyılda peygamber Yeremya’nın Yahuda’nın son kralının kızı ve soylu bir yazmanla birlikte taşı yanlarına alıp Filistin’den ayrıldığı ve Mısır ve İspanya’dan geçerek İrlanda’ya gittikleri belirtilir. Eski İrlanda kayıtlarında, Ollamh Fodhla adını alan peygam­berin, prenses ve soylu yazmanla oraya varışı anlatılır. Grup iyi bir şekilde kar­şılanır ve prenses İrlanda kralı Eochaid’le evlenir. Böylelikle, kralların çağlar bo­yunca mutlaka taşın üzerinde taç giyme geleneği başlamıştır. Yeremya’nın ay­rıca, hâlâ İngiliz hanedan arması ve bayrağında yer alan arpı Davud’a tanıttığı söylenir. Mezarı hâlâ İskoçya’daki Eme gölündeki bir adada ziyarete açıktır.

Yaklaşık İ.S 502’de İrlanda kralının kardeşi Fergus, şimdi İskoçya dediğimiz ülkeye, Pictlere karşı bir sefer düzenledi. Çok başarılıydı ve İskoçya kralı ola­rak taşın üzerinde taç giymesine izin verildi. Daha sonra taş, İskoçya’daki Scone’ye götürüldü ve ardarda otuzdört İskoç kralı, üzerinde taç giydi.

1296’da İngiltere kralı I. Edward taşı Westminister’a getirtti ve şimdiki taç giy­me tahtını yaptırdı. İngiliz krallarının tümü bu tahtın üzerinde taç giymiştir.

Benzer bir “kutsanmış taş”ta Anglo-Saksonlar zamanında İngiliz taç giyme töreninde kullanılmıştır ve hâlâ adını buraya veren Kingston Thames’de bulunmaktadır. Königstuhl olarak bilinen bir diğeri, uzun zamandır Rhine ve Lahn kavşağındaki bir yapıda korunmuştur ve kutsal Roma İmparatorları bu­nun üzerinde tahta çıkmıştır. Upsala’daki Mora Taşı, 16. yüzyılın başlangıcı­na kadar İsveç krallarının seçimi sırasında kullanılmıştır. Munster’in eski kral­ları arasından bir hanedan bir taşın üzerinde, diğeri kutsal bir ağacın altında göreve getirilirdi. Danimarka kralları taştan bir daire içerisinde, kuşkusuz or­tadaki taşın üzerinde ya da yanında taç giyerdi. Kral Arthur ve diğer İngiliz kralları için de aynı şey söylenir. İncil’de, (Kral James versiyonu, Hakimler 9: 6) bir dikme ya da ağacın yanında kral olunduğuna ilişkin bazı işaretler vardır.” Eski Mısır’da da firavu­nun tahtının altında bir taş görünür.

Taş sözcüğü önceleri kutsal bir unvandı ve Tanrı’nın temsilcileri olarak rahiplere ve krallara verilirdi. İsa’ya baş köşötaşı denilirdi. İsa, Peter’a kaya, da­ha doğru bir çeviriyle taş dediğinde, kendi unvanlarından birini temsilcisine veriyordu.

Gökten Gelen Taşlar

Mineral kütlelerin yeryüzüne düştüğü bir gerçektir. Yere ulaştıklarında onlara meteor denir. Genellikle maden (çoğunlukla da demir) açısından zengindirler, Böyle nesnelerin dinsel ya da büyüsel bir anlam taşıdığının düşünülmesi şaşır­tıcı değildir.

Dünyada en çok yüceltilen taş, Arabistan’ın Mekke kentinde büyük bir alanın or­tasında duran küp biçiminde bir yapı olan Kâbe’nin güneydoğu köşesine yer­leştirilen Hacer’ül Esved ya da Kara Taş’tır. Burası İslam inancının merkezidir ve her yıl çok sayıda hacı orada toplanır. Müslümanlar günde beş kez ibadet etmek üzere bu yöne döner. Hacer’ül Esved oval biçimdedir ve sanki kırılmış ve yeniden birleştirilmiş gibi görünür. 18 cm uzunluğundadır ve önceden parlatılmış yuvarlak gümüş bir bandın çevrelediği, betondan bir hal­ka içine oturtulmuştur. Kabe birkaç kez yeniden inşa edilmiştir. Bakımını Hz. Muhammed’in Kureyşli ailesinin bireylerinin üstlendiği kutsal yapı, Hz. Muhammed’e peygamberlik gelmeden önce de vardı. Peygamberin yaşadığı süre içe­risinde yeniden inşa edildi ve Kara Taş’ı yerine kimin koyacağına ilişkin anlaş­mazlık çıktı. Buna Hz. Muhammed’in karar vermesi konusunda uzlaşıldı, o da ta­şı cüppesinin üzerine yerleştirdi ve tartışan herkesi cüppenin bir yerinden tut­maya çağırdı. Önce taş kaldırıldı daha sonra da, peygamberin onları eliyle yönlendirmesiyle taş yerine oturtuldu. Bu kutsal taşın Cebrail tarafından İsmail’e verildiği sanılmaktadır.

HacerülEsved

Hacer-ül Esved ya da Kara Taş. Kabe’yi ziyaret eden Müslüman hacılar, gümüş bir muhafaza içerisinde saklanan Hacer-ül Esved’e yüz sürüyorlar. İslam inancına göre, “Bir melek tarafından yeryüzüne İndirilen Hacer-ül Esved, cennet yakutlarından beyaz bir yakut idi. Fakat Tanrı onu, kötülerin günahlarından ötürü değiştirip, zalim ve günahkârlardan gizledi. Çünkü onlar cennetten çıkma bir şeye bakmaya layık değillerdir.” 

Toplum üzerinde koruyucu bir işlevi olduğuna inanılan, yüceltilen herhan­gi bir nesne anlamına gelen, palladium sözcüğü, Troya kentinde bulunan ve oraya Yunanlılar tarafından götürüldüğü söylenen Pallas Athena’nın heykeli­nin özgün adından türemiştir. Klasik yazarlar birbiriyle çelişen öyküler anla­tır, ancak çoğu bu heykelin gökten düştüğünü belirtir.

Roma’da Ancile adında kutsal bir kalkanın Romalıların kaderini koruduğu­na inanılırdı. Kalkanın Numa’nın döneminde gökten düştüğü, Numa’nın ay­nı boyutta ve biçimde onbir nesne yapılmasını emrettiği ve sonra da oniki kal­kanı Vesta tapınağında koruması için oniki rahipten oluşan bir kurul atadığı anlatılır. Kalkanlar her yıl 1 Mart’ta düzenlenen bir törenle kentin çevresinde dolaştırılırdı.

Ancile Shield

Bu Roma sikkesinde Ancile Kalkanı resmedilmiş

Dünyanın yedi harikasından biri olan Efes’teki Artemis tapınağında da gökten düşen bir taş ya da heykel olduğu söylenir.

Megalitik kültle bağlantılı olarak meteorların seçilmesine, taşlara tapınma­yı ilk kez göklerin tanrısı Uranos’un gösterdiğini anlatan tuhaf bir mit, bir açıklık getirebilir.

Heliolitik Kültür

Bazı antropologlar (En önemlileri Elliot Smith ve Rivers; Smith’in yayılma kuramıyla ilişkilendirilmiştir, Hiçbir biçimde önemsenmeyen kurama göre, bu kültür Mısır’dan tüm dünya­ya yayılmıştır; bununla birlikte sonraki sayfalarda anlatılan özellikler birbiriyle iliş­kili ve beşeri gelişimin evrelerinden biri olduğu görünür.) tarafından, dünyanın büyük bir bölümüne yayılan ve neolitik ile megalitik kültürlerden ortaya çıkan gelenekler bileşimine heliolitik kültür adı verilir. Sonraki iki bölümde bu kültür genel olarak ele alınacak. En çok Mısır’da gelişmiştir ve bazılarının inanışına göre buradan da tüm dünyaya yayılmıştır. (Heliolitik: Bir uygarlıkta hem güneşe (helios) tapınmayı, hem de megalit yapımını içeren uygulama için kullanılan sıfat.)

Heliolitik kültür, başlıca şu özellikleri taşır:

Bir yandan, Britanya’daki mezar-tepelerin örnek oluşturduğu höyükler, öte yandan, dikkatle inşa edilen Mısır ve Meksika piramitleri: Her iki tür ya­pı da hem astronomik hem de mezar amaçlı yapılmıştır.

2- Megalitik takvim çemberleri. Örneğin, Britanya’da cromlech’lerle bağ­lantılı astronomik fenomenler ve Mısır, Meksika ve Peru’da doğuya bakan ta­pınaklar.

3- Ölülerin Mumyalanması.

4- Yaşayanlara dövme yapılması.

5- Sünnet.

6- Masaj uygulamak.

7- La Couvade; çocuğunun doğumu sırasında babayı yatağına göndermek.

8- Swastika’nın (Gamalı Haç) büyüsel dinsel bir sembol olarak kullanılması.

9- Altın aramak ve büyüsel anlam taşıyan nesnelerin yapımında altın kullanılması. (Altın, büyük olasılıkla, insanoğlu tarafından kullanılan ilk madendir ve açıkça büyüsel anlam taşımasından simyanın kökenine ulaşabiliriz.)

10- Yaşam veren ya da Yaşam İksiri olarak bazı kabukların kullanımı, özellikle de deniz salyangozu kabuğu.

11- İkili politik düzen, Eski Mısır’ın iki hükümdarı olduğu gibi ülkenin iki krallığa ayrılması; bu durum ayinlerde birçok yolla simgeleniyordu, iki ağızlı bir çanak, iki başlı bir figür gibi.

12- Toplumun birçok sınıftan oluşması ve özellikle babadan oğula geçen sa­vaş liderliği sınıfının ortaya çıkması. Bu sınıftan kişiler ya da temsilcileri, üzer­lerinde hançer ya da kılıç bulundurabilirdi.

Anlaşıldığı kadarıyla, bu uygulamalar megalitlerin yayılmasını (ya da geç neolitik ve erken bronz çağlarında) izlemiştir ve bu, eski Mısır, Meksika ve Pe­ru’nun yerli kültürlerine ilişkin özellikleri incelemeye başlayacağımız bir so­rundur.

Büyünün, Cadılığın ve Okültizmin Tarihi (S. 37-47)

W. B. Crow

Visited 39 times, 1 visit(s) today

1 comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir