Site icon BOZ KARGA

KÖY ENSTİTÜLERİ

“Kısa bir öyküdür bu; 1940’larda başlayıp 1950’li yıllarda sona eren…

Özü, Kemalist bir ‘mitos’a dayanır.

İnsanı ve toprağı işleyerek, uygarlık yaratma sevdasıdır.

Anadolu’yu uyandıran benzersiz eğitim seferberliğidir.

Doğaya egemen olma heyecanıdır…

Köy Enstitüleri’dir; namı diğer “Bozkır Işığı”dır!…

‘Kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyet’in ete kemiğe bürünen eğitim ve iş modelidir.

Toplumun belleğinde unutulmaz bir yeri vardır.

Kapatılmasının üzerinden şunca yıl geçse de, adil bir toplum düzeni müjdeleyen düşüncesi, ilkeleri, anıları özlemiyle bugün de canlı, capcanlıdır…”

Aydınlanma; Zorlu Savaş!…

Halk iradesine dayanan Meclis açılmış, İstiklal Harbi kazanılmıştır.

Hilafet ve saltanat tarihe karışmıştır.

İstikamet çağdaş uygarlıktır; ‘yeni bir ulus, yeni bir ekonomi, yeni bir insan” yaratılacaktır.

Yokluk, yoksulluk zincirini kırmak için koşulacaktır.

Siyasi otoritenin merkezi Büyük Meclis’tir.

Cumhuriyet Halk Fırkası iktidardır.

Ama parti de türdeş bir siyasal topluluk değildir; önemli görüş ayrılıkları vardır.

Milli Mücadele’den muzaffer çıkan kadronun prestiji,

geçen yıllar içinde yavaş yavaş erir.

Atatürk, çağdaş toplumun kapılarını aralamaya çalışırken, alttan alta bir siyasal çatışma sürüp gider.

Devrimler halkın bazı kesimlerinde tepki yaratır.

Hükümetin ekonomik ve sosyal alanda somut başarılar ortaya koymakta gecikmesi, yaygın bir hoşnutsuzluğa yol açar.

Toplumsal çelişkiler, her geçen gün biraz da keskinleşir.

Atatürk, sorunların hükümetin Meclis’te özgürce

eleştirilmemesi ve denetim mekanizmasının iyi çalışmamasından kaynaklandığını düşünür.

Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulmasını teşvik eder.

Potansiyel muhalefet birdenbire harekete geçer.

Siyasal alanda temsil olanağı bulamamış yığınlar

Serbest Fırka’yı destekler.

CHF gelişme karşısında şaşkındır.

Ülke siyasi çekişme ortamına henüz hazır değildir.

Atatürk’ün desteğini çekince, Serbest Fırka üç ay sonra kapanır.

Bu siyasi deneme, hükümeti ekonomi ve toplumsal alanda yeni arayışlara yöneltir.

1930’lu yıllara “Büyük Dünya Buhranı” damgasını vurur.

Küresel kriz, ekonomisi zaten cılız olan genç Cumhuriyeti daha da güç durumlara düşürür.

Vatanı kurtaran, Cumhuriyet’i kuran, inkılapları tamamlayan Gazi, 1932’de halkı dinlemek için uzun bir yurt gezisine çıkar.

Gezisinin bir durağında umumi katibe şöyle yakınır;

“Bunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içinde bunalıyorum!

Görüyorsun ya, her gittiğimiz yerde mütemadiyen dert, şikayet dinliyoruz.

Her taraf derin bir yokluk, maddi manevi perişanlık içinde.

Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz.

Memleketin hakiki durumu ne yazık ki bu.”

Türkiye buhran yıllarını plan yaparak, dışa kapalı ve

devletçi ekonomi politikası izleyerek geçirir.

Dünyada planlama yapan ikinci ülkedir.

Bu sayede sanayileşme yolunda ilk ciddi adımlar atılır.

Köy ve Köylü Sorunu…

On yedi milyon nüfusun on beş milyonu köylüdür.

Kırk bin köy yakıcı sorunlarla yüz yüzedir.

Yolsuz, susuz köyler cehalet, bağnazlık kalesidir.

Otuz beş bin köyün okulu yoktur.

Köylü, tefeci/tüccar/vergi kıskacındadır.

Köyle kent arasındaki uçurum giderek açılmaktadır.

Aydınların köye “uzak” kalması, köye gitmemesi,

erken Cumhuriyet’in ana tartışma konusudur.

Köyleri ayağa kaldıracak, köylüyü uygarlığa taşıyacak

bir “kurtuluş planı” gereklidir.

Uluslaşma ve çağdaşlaşma alanındaki gecikmenin ancak “eğitim”le kapanacağı konusunda fikir birliği oluşur. Temel eğitiminin yöntemi ve içeriği tartışılır.

Atatürk başta olmak üzere herkes halk eğitimi konusuna kafa yorar, formül arar.

Bir görüş üzerinde uzlaşılır; “Eğitim sadece okul ve öğrenciden ibaret değildir; toplumsal kalkınmadır, kültürel gelişmedir, ulusal aydınlanmadır.

Eğitim kadın erkek, genç yaşlı tüm toplumu

kucaklamalı ve devrim hedefleri yolunda toplumu canlandırmalıdır”.

Cumhuriyet kalem, bilgi ve emekle yükselecektir.

Bu amaçla 1926’da önce Köy Muallim Mektebi Projesi geliştirilir,  ancak parasızlık ve bürokrasi girişimi engeller.

Aradan on yıl geçer.

“Köy Eğitmeni Yetiştirme Projesi”  yeni bir umut olarak gündeme gelir.

Atatürk’ün önerisiyle, askerliğini çavuş ya da onbaşı olarak yapanlar arasından başarılı bulunanlar, kısa bir kurstan geçirilerek, köy eğitmeni olarak görevlendirilecektir.

İlk eğitmen kursu Eskişehir Çifteler’de açılır, sonuç olumludur.

Ardından deneme amacıyla yeni Köy Öğretmen Okulları açılır.

Köy Enstitüleri, bu eğitmen projesinin özel bir yapıya

kavuşturulması ve yaygınlaşmasıyla doğacaktır.

Avrupa Yanıyor; Türk Barışı!…

Bu sırada Atatürk sonsuzluğa göçer, İsmet İnönü

Cumhurbaşkanı seçilir.

Partinin olağanüstü kurultayı, ona “milli şef” sıfatını verir.

O yılların tek parti yönetimlerinde böylesi sıfatlar modadır; Hitler führer’dir, Mussolini duçe,

Franco caudillo’dur.

Hitler, 1939 Eylül’ünde Avrupa haritasını kana bulamaya başlar.

Müttefikler savaşa girmesi için Türkiye’ye baskı yapar.

İnönü, Atatürk döneminin tutarlı dış politikasından ayrılmaz.

Almanya’yla barış anlaşması yapar, ekonomik ilişkiyi sürdürür.

Denge oyunu ve çeşitli taktiklerle ülkeyi savaştan uzak tutar.

Türkiye savaş boyunca büyük ekonomik zorluklara katlanır.

Yirmi milyonluk nüfusuyla bir milyonluk orduyu besler.

Çocukları askere giden köylerde tarlada çalışacak erkek kalmaz.

Ekmek karneye bağlanır, ürün fiyatları uçar.

Köylü tuz ve gaza hasrettir.

Hükûmet kaynak yaratma derdindedir.

Halka yeni vergiler yüklenir.

Varlık vergisi iş hayatına korku salar,  şeker vergisi kentli halkı daraltır, köylü toprak mahsulleri vergisiyle inim inim inler.

Bozkırdaki Kıvılcım…

Savaşın sekizinci ayında, Avrupa alevler içinde kıvranırken Türkiye büyük ekonomik ve sosyal sıkıntılar içinde hummalı bir eğitim devrimine girişir.

Adları Köy Enstitüleriyle beraber anılacak iki kişi,

gece gündüz bir proje üzerinde çalışmaktadır.

Biri Köy Enstitüsü düşüncesini geliştiren, kuran ve uygulayan İlköğretim Umum Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’tur, diğeri ona kol kanat geren Maarif Vekili Hasan Ali Yücel.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ikilinin arkasında

kararlı şekilde durur.

Projenin amacı, köy öğretmeni ve köye gerekli mesleklerde eğitilmiş elemanlar yetiştirmektir.

Tonguç, Cumhuriyet’in o güne kadar köye ‘eğitim karakolu’  yerine ‘jandarma karakolu’ götürdüğünü düşünmektedir.

Öncelikle, ilkokul mezunu yoksul köylü çocuklarına

eğitim verilerek, öğretmen olmaları sağlanacaktır.

Köylü çocuklar Enstitülerde okuyacak, yaparak, düşünerek,  yaşayarak, soru sorarak, üreterek, eğitimle üretimi aynı potada eriterek yoğrulacaktır.

Enstitü mezunu öğretmen köyüne dönecek, köylüsüyle

bütünleşecek, onları eğitip bilinçlendirecektir.

Proje, mekanik bir köy kalkınmasını değil, özgün bir toplumsal dönüşüm, köy yaşamında değişim, devrimlerin ruhuyla uyumlu sosyal ve kültürel dönüşüm, kısaca ülkeye yepyeni bir ülke vaat etmektedir.

Projenin köycülük ideolojisiyle yakın bağı açıktır.

Böyle bir eğitim sistemi, kapitalist ya da sosyalist ülkelerde görülmemiştir, başka örneği de yoktur.

Köy Enstitüleri kanun tasarısı Meclis’te hızla görüşülerek kabul edilir.

Oylamaya 148 milletvekili katılmamıştır.

Bu, parti içi sessiz muhalefetin toplu hareketidir.

Küçümsenmeyecek sayıda mebus ve bürokrat, Enstitülere karşı çıkmaktadır.

1936’daki Toprak Reformu da, aynı mebuslar, bürokratlar ve toprak sahiplerinin direnişi yüzünden ve biraz da harp koşulları etkisiyle gerçekleştirilememiştir.

Yasa Köy Enstitüleri iki ila dört ili kapsayan bölgesel

Kurumlar olmasını öngörür.

Köy ilkokullarını bitiren öğrenciler sınavla alınacak, beş yıl eğitimden geçerek öğretmen olacaktır.

Enstitülerin eğitim sistemi, aklın özgürlüğüne dayanan,

bilim, sanat ve kültürün özümseneceği, köy yaşamındaki iş dallarını kapsayan “iş okulu” tasarımıdır.

Enstitüyü bitirenler sınavla Yüksek Köy Enstitüsü’ne devam edecektir.

Hitler Avrupa’yı yıkarken, trenler ölüm kamplarına masum insanları taşırken, Anadolu’nun kara treni de

yoksul köy çocuklarını, bilgiyle, kitapla, sanatla buluşturmak için faaliyettedir.

Memleketin ıssız tepeleri, boz topraklı susuz stepleri hareketlenmiştir.

Yollarda taş, kum, kereste taşıyan merkepler, katırlar, kiremit taşıyan arabalar artmıştır.

Temeller atılmakta, duvarlar örülmekte, çekiç sesleri yayılmaktadır.

Enstitü binaları köylerin kenarında yükselen çağdaş birer kent görünümündedir.

Yöntem Farkı…

Enstitü yöneticileri gençtir.

Müdürlerin yaş ortalaması 33’tür.

Öğretmenler gönüllüler arasından seçilir.

Tümü yetenekli ve gayretlidir.

Tonguç’la Enstitülerin müdürleri ve öğretmenleri arasında mesleki yakınlığın ötesinde bir ülkü birliği vardır.

Tonguç, bu genç ve idealist eğitmen kadrosunu, yeni bir anlayışıyla işbaşında yetiştirmek için olağanüstü

çaba harcar.

Enstitüler ortak akılla yönetilir.

Ortak akıl, iyi yönetim için şarttır.

Yönetim, titiz bir planlamaya ve etkin örgütlenmeye dayanır.

Verilen derslerin, yapılan işlerin, tarımsal çalışmaların ve sosyal etkinliklerin amacı, kimler tarafından, ne zaman yapılacağı, hangi olanaklarla gerçekleştirileceği kurallara bağlıdır.

Enstitü müdürü, öğretmenler, usta öğreticiler, öğrenci

başkanlarının oluşturduğu sistem, öğrencileri değil, fikirleri ve bilgiyi yönetir.

Tüm faaliyetler, öğrencilerin sorumluluğunu öngören “öğrenci yönetim sistemi”yle yürütülür.

Enstitüler bürokratik uygulamanın dışında, kişisel çıkarın olmadığı bir ülkü peşinde koşar.

Sorunlar ortak kurullarda sonuca bağlanır.

Bu yaklaşım Cumhuriyet’in temel saydığı “halkın kendini yönetmesi” ilkesiyle de uyumludur.

Enstitüler kendine yeterli işletmeler kurar, devlete yük olmaz.

Bütçe ödenekleri de yıllar içinde artsa da Enstitülerin yarattığı değer bunun kat kat üzerindedir.

Enstitü, gece gündüz işleyen bir toplumsal yapıdır.

Anadolu köy hayatının “imece” geleneği, modernize edilerek yaşatılır.

İlk yılların öğrencileri derslik ve yatakhanelerin yapımında çalışır.

Yaparak öğrenir, öğrenirken üretir; yoktan var edip, birlikte yararlanırlar.

Kuru toprağı bilinçle, bilgiyle ekip biçer, hasat ederler.

Ekmek yapar, giysi, yatak çarşafı dikerler.

Öğrenciler, öğretmenlerinin yanında, yaşına, yetişkinliğine, sağlık durumuna göre, farklı etkinlik alanlarında dönüşümlü olarak nöbet tutar.

 Yılda kırk beş gün nöbetleşe tatile çıkılır.

Haftada kırk dört saat ders yapılır.

Bunun yirmi iki saati kültür (Türkçe, matematik, fizik, kimya, tarih, coğrafya), on bir saati Tarımsal uygulama (bağ, bahçe, hayvancılık), on bir saati uygulamalı yapıcılık, demircilik, marangozluk ve motor dersleridir.

Kız öğrenciler ev idaresi, biçki dikiş, yemek, dokumacılık öğrenir.

Eğitim programı esnektir; yörenin koşullarına göre değişir.

Kars’ta Cilavuz Köy Enstitüsü’nde kayak öğretilir.

Müzik ve yazı eğitimi önemlidir.

Her öğrenci yılda en az yirmi beş klasik kitap okur ve mutlaka enstrüman çalar.

Klasik batı müziği dinler, konserler verir, oyunlar sahneler.

Enstitülerdeki her iş değerlendirilir.

İşin özelliğine göre Günlük, haftalık, aylık ve yıllık periyodik değerlendirmeler yapılır.

Tamamlanmamış işlerin nedenleri tartışılır.

Toplantıda, öğrenci ve personelin söz hakkı vardır.

Eleştiriler de genellikle öğrenciler tarafından yapılır.

Öğretmenler, yöneticiler eleştirilebilir.

Örneğin Cumartesi toplantılarından birinde “yemek” konusu tartışılır; “Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, enstitüyü ziyaret etmiş, öğrencilerle birlikte yemek yemiş, konserlerini izlemiştir.”

Ziyaret konusunda söz alan öğrenci; “Neden Cumhurbaşkanına bizden farklı yemek verildi?” diye sorar.

Müdür Rauf İnan -ki Viyana Yüksek Pedagoji Enstitüsü mezunudur- söz alarak, öğrenciye durumu izah eder; “Cumhurbaşkanı olduğu için değil, şeker hastası olduğu için kendisine farklı yemek verildi.

Arkadaşlarınız hastalanınca revirde onlara da özel yemek verilmiyor mu?

Ayrıcalık gibi bir niyetimiz yoktur” der.

Öğrenciye ‘haddini bil’ demez.

Öğrenci bu açıklama üzerine ikna olur, müdüre teşekkür eder.”

Anlaşıldığı gibi öğretmenle öğrenci arasında ayrım yoktur.

Öğrenciye hakaret etmek, el kaldırmak, dayak kesinlikle söz konusu değildir.

Öğrenciler bilim, sanat ve sporun yanı sıra doğa koşullarına uyum sağlamayı, köyü ve köylüyü aydınlatmanın yol ve yöntemlerini öğrenerek mezun olurlar.

Sabahattin Eyüboğlu’nun deyişiyle “Buralarda kültürle teknik, ülküyle gerçek bilinci aynı amaçta birleşir: Halkın seviyesini yükseltmek.”

Bir de sloganı vardır Enstitülerin; duvarlara yazılıp, şarkısı söylenen…

“Sürer eker biçeriz güvenip ötesine

Milletin her kazancı milletin kesesine.”

Köye Ulaşan Işık…

Enstitü mezunu genç öğretmenlere 100-150 yapıtlık

bir demirbaş kitap setiyle, üretim araçları verilir.

Tonguç, onlara ayrılırken şöyle seslenir;

“Sürekli okuyarak, deneyler yaparak çalışmalı, var gücünüzle kendinizi yetiştirmeye uğraşmalısınız.

Salt okulda öğrendiklerinize güvenirseniz aldanırsınız; basit, dar görüşlü insanlar olarak kalır, çarçabuk tükenir, toplumun başına bela olursunuz.

Kendini sürekli olarak yetiştirmeyen kimse, aydın sayılmaz.”

Enstitülü öğretmenler gittikleri köyde okullarını köylüyle birlikte yapar.

Köy halkı kadın erkek, yılda yirmi günü geçmemek üzere okul yapımında çalışır.

(Enstitü karşıtları bunu eleştirmiş, angarya olarak görmüştür.)

Ders saatleri dışında köylüler için okuma-yazma ve

meslek kursları açarlar.

Duvar ve sıva, dülgerlik, demircilik, tesisatçılık, hayvan bakımı, hastalıkla mücadele, bahçıvanlık,

bağcılık, şarapçılık, tütüncülük, zeytincilik, peynircilik,

turşuculuk, konserve yapımı, balıkçılık, arıcılık, kooperatifçilik, yüzme, kayak, güreş, binicilik, atıcılık, bisiklet, motosiklet, motor ve traktör kullanma; su yolu ve yol yapma, kuyu açma, radyo onarımı, biçki-dikiş, nakış, çocuk bakımı öğretirler.

Kursları bitirenlere belge verirler.

Hesaplaşma…

Yurttaşlık bilinciyle, hak arama duygusuyla yetişen

Enstitülü öğretmen, köyde karşılaştığı yanlışlara, haksızlıklara müdahale edince, o güne kadar köylünün sırtından geçinen toprak ağasıyla, köylüyü ezen muhtarla, dini sömüren imamla, hatta eşrafla, zaman zaman da kaymakam ve valiyle karşı karşıya gelir, çatışır.

Direndikçe saldırıya uğrar.

Yazar Cahit Kayra benzer bir olayı şöyle anlatır;

“Maliye müfettişi olarak, savaş yıllarında Eskişehir köylerinde vergi denetimi yapıyorduk.

 “Eskişehir Valisi genç ve yetenekli

Daniş Yurdakul, oradaki bir haraya, bir tesis açılışına beni de davet etti.

Yolda Köy Enstitüsü’nün içinden geçtik.

Genç çocuklar öbek öbek toplanmış şarkı söylüyor,

voleybol oynuyorlardı.

Vali Yurdakul, “Bunların hepsi komünist” dedi.

CHP İl Başkanı Emin Sazak “Bakanlığa yazalım, kapattıralım” diye kışkırttı.

Vali bu kuruluşların kendisinden özerk oldukları,

parti il başkanı ise köylünün gözünün açılmasına yardımcı oldukları için tedirgindi.

Bense içgüdülerimden gelen bir dünya görüşüyle, genç insan iyimserliği ve sevecenliğiyle bu çocuklara ve yaşam biçimlerine sıcak bir yakınlık duydum.”

Altı Yılın Hesabı…

Büyük Savaş sona erdiğinde, ülkenin dört bir yanındaki

yirmi bir Köy Enstitüsünden on yedi bin öğrenci mezun olur;

5.442 öğretmen, 8.756 eğitmen, 521 sağlıkçı…

Köy okullarında öğrenci sayısı 1 milyon 150 bine ulaşır.

Enstitüler 723 eğitim binası, kilometrelerce karayolu,

su hattı, demiryolu inşa eder, elektrik üretir,

radyo yayını yapar.

Cumhurbaşkanı İnönü 1946 yılı başlarında enstitü sayısının kırka çıkarılmasını, iki yüz bin tarımcı öğretmen yetiştirilmesini isterken, şöyle der:

“Bütün siyasi ve askeri hayatımdaki vazifelerin hiçbirini kaale almadan diyebilirim ki, öldüğüm zaman Türk milletine iki eser bırakmış olacağım:

Bunlardan biri Köy Okulları, diğeri de müteaddit (çok) partilerdir.”

Sonun Başlangıcı…

İkinci Dünya Savaşı demokrasi cephesinin zaferiyle sonuçlandı.

Liberal demokrat rejimler, tek parti rejimlerine karşı

zafer kazandı.

Türkiye de tek parti sistemiyle yönetiliyordu.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, iç ve dış gelişmelerin,

artık tek partili siyasal sistemi desteklemediğini gördü.

Hem “hür dünya” içinde yer almak, hem de parti içi

muhalefete bir kapı aralamak için çok partili düzene

geçme arayışına girdi.

O sırada Sovyetler Birliği’nin toprak ve üs talebi Türkiye’yi Batı’ya daha da yaklaştırdı.

1946 yılında CHP içinden bir mebus grubu Demokrat Parti’yi kurdu; devrim karşıtları, toprak ağaları burada örgütlenmeye başladı.

O yıl ilk çok partili seçimi laiklikten de ödünler vererek Güç de olsa CHP kazandı ama parti içindeki dengeler değişmişti.

1946’nın sağcı, tutucu, ırkçı CHP yönetimiyle, 1940’ların ilerici ve hümanist yapısı, hele 1923’ler CHP’sinin ilke ve amaçları taban tabana zıttı.

CHP ile DP’nin siyasal tutumu aşağı yukarı aynıydı.

Çok partili hayata geçildi ama “çoğulcu” toplum ortaya çıkmadı.

Zaman zaman sürtüşse de temelde sermaye ve toprak sahiplerinin politikalarını “vekaleten” yürüten CHP’nin yerine “asaleten” yürüten DP iktidarı geçmişti.

CHP iktidarının emperyalizmle başlattığı ikircikli ilişkilerinin yerini giderek daha sıkı, daha teslimiyetçi ilişkiler aldı.

Seçimden sonraki günlerde, bir akşam yemeğinde, ozan, Ceyhun Atuf Kansu, babası CHP Genel Sekreteri Nafi Atuf Kansu’ya CHP’nin bu durumundan yakındı

“… Atatürk’ün partisini, devrimin, laikliğin kalesi diye savunduk.

Gittik oylarımızı ona verdik.

CHP’ye oy vermezseniz devrimin tüm kazançları gider deniyordu.

Ne oldu?

Bakıyorum, eleştirdiğimiz her şeyi şimdi CHP yapıyor.

Devrimcilik nerede kaldı?”

CHP Genel Sekreteri Nafi Atuf Kansu’nun yanıtı acıydı:

‘Devrimcilik çok uzaklarda kaldı oğlum!

Çok çok uzaklarda kaldı.

Siz devrim kaldı mı sanıyorsunuz?

Her apartmana karşı, devrimden bir şeyler verdik.

Bir apartmana bir devrimci yitirdik.”

1940’ların ikinci yarısından itibaren, bazı çevreler

komünizmi vahim bir tehdit olarak gösterdi.

CHP hükümeti de elinden geleni yapmakta geri kalmadı.

Komünizm korkusunun böylesine işlenmesi kuşkusuz

hem dışarıya karşı hem de içeriye dönük bir amacı karşılıyordu.

Bu genel havadan Köy Enstitüleri de payına düşen suçlamayı almakta gecikmedi.

Enstitüleri gözden düşürmek için karalama ve iftira kampanyası hız kazandı;

“Komünist olmuşlar, dinsiz olmuşlar, milliyetsiz olmuşlar” denildi.

“Kızlarla erkekler aynı yerde yatıyor, fuhuş yapılıyor” denildi.

“Buralar, Anadolu çocuğunun ruh mezbahası” denildi.

Hiçbiri kanıtlanamayan iftiralar, dedikodular etrafa yayıldı…

Şu bastonlu Adam!…

Peker hükümetinde Milli Eğitim Bakanlığına Reşat Şemsettin Sirer getirildi.

Hitler sempatizanı ve doğal olarak Köy Enstitülerine

düşmandı.

Enstitülü öğretmen Osman Bolulu Sirer’i şöyle anlatır;

“Son sınıf öğrencisiydim, yardımcı iş kolum yapıcılıktı.

Dinlenceye çıkacağımız zaman, yönetim yarım kalan bir binanın tamamlanması için çalışıp çalışmayacağımızı sordu.

Yüksünmeden razı olduk.

O binanın kaba sıvasını yapmakta olan öğrencilerden birisi de bendim.

Millî Eğitim Bakanı geldi, dediler.

Reşat Şemsettin Sirer’miş gelen; ufarak boylu, kara giysili, kara melon şapkalı, badem bıyıklı, eli bastonlu…

O badem bıyıklı adam, iskelenin altından, yarım ağızla:

– ‘Kolay gelsin’ dedi.

Öğrenciler, bir ‘sağ ol’ çekti.

Sesimizin tonu gür çıkmamış, az gelmiş olmalı ki, bastonunu bize doğrulttu;

‘Sizi yakında amelelikten kurtaracağım’ dedi.

– ‘Biz amele değiliz, öğretmen olmak üzereyiz.

Önceki binaları ağabeylerimiz yaptı.

Biz de bizden sonrakilere hazırlıyoruz bu binayı’ dedim.

Bastonunu, gökyüzünü deler gibi bana doğrulttu kara giysili adam:

– ‘İblis, sen dersini almışsın, senin gibilerin belini kıracağım’ dedi…

Bana doğrultulan baston bir tür sopaydı, korkutma aracıydı.

O baston, 18 yaşını süren öğrenciye mi doğrultulmuştu; yoksa Türk devrim ve aydınlanmasının ana ayaklarından Köy Enstitüsü eğitimiyle, çağdaşlaşma girişimine mi doğrultulmuştu?

Sirer ilk iş olarak Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürlüğünden aldı.

Tonguç Resim Öğretmenliğine atandığını gazeteden öğrendi.

Enstitü yöneticileri ve öğretmenleri diğer okullara dağıtıldı.

Enstitülere köy okulları dışından da öğrenci alındı

Eğitim yöntemi kökten değiştirildi.

Öğretmenlerin üretimle ilgili işlevlerine son verildi.

Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı.

Yıkım sürecinin başlamıştı…

Gerisi hızla geldi.

Fakir Baykurt o sıralarda öğrenciydi; kulak verelim;

“… İki yılı bir cehennem gibi yaşadım.

O güne kadar özgürce okuduğumuz kitaplar, dergiler hemen denetim altına alındı.

Tartışmamız, düşüncemizi savunmamız yasaklandı.

Tarlada ekip biçtiğimiz buğdayı da artık dersliğin pencerelerine konan saksılarda yetiştiriyorduk.

Yaşamda buğday hiçbir ülkede saksıda yetiştirilemez.

Gerçek işin sonucu olan üretim, toplum için bir değerdir, onu yıkıp ziyan etmek akla, ahlaka aykırıdır.

O üretimden yararlanmak, başkasını yararlandırmak gerekir.

Hele de toplumun bol üretime gereksinmesi varken.”

Daha birkaç ay önce enstitülerden övgüyle söz eden

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, artık köy enstitülerinin arkasında durmadı.

Yenik düştü; Köy Enstitülerini feda etti.

Kısa sürede Enstitülerin hayat damarları kurutuldu;

öğretmenlere toprak verilmesi engellendi.

Angarya denilen köylünün ‘okulunu yapma yükümlülüğü’ kaldırıldı.

Üretim araç gereçlere el konuldu, kitaplıklara kilit vuruldu, dünya klasikleri toplatılıp yakıldı, dergilerinin okula sokulması yasaklandı.

Öğrencilerin okul yönetimine katılması, serbest kitap okuma saatleri kaldırıldı, ders dışı çalışmaları sınırlandırıldı.

Eleştiri, özeleştiri kültürü amaçlı Cumartesi toplantılarına son verildi.

Bölge okulları ilgisizlikten kapanmaya yüz tuttu.

Ve Son Perde…

Demokrat Parti iktidarında Köy Enstitülerine duyulan öfke daha da arttı.

Bakan Tevfik İleri, enstitülerde kıyıma devam ederek, gerici yöneticileri iş başına getirdi.

Karma eğitime son verdi.

Gazeteci Emin Karakuş, bir Köy Enstitüsünü gezisinden sonra izlenimlerini yazdı;

“Üzüntüyle belirtmek gerekir ki, birçok işlerde olduğu gibi bu işi de elimize yüzümüze bulaştırmakta geç kalmadık.

Köylünün uyanışını kendine, kendi çıkarlarına aykırı görenler derhal harekete geçtiler, gerici çevrelerle iş birliği yaparak bu canım kuruluşları yıkmak için ellerinden geleni yaptılar”.

1951’e gelindiğinde Halkevleri de kapatıldı.

Dört bin sekiz yüz kitaplık dağıtıldı.

Ezan Arapçaya çevrildi, CHP’nin mal varlığına el konuldu.

Petrol Kanunu ve Yabancı Sermaye yasaları çıkarıldı.

1946’da başlayan Enstitü yıkım süreci, 27 Ocak 1954’te sonlandı.

Tabelaları söküldü ve ilk öğretmen okullarına dönüştürüldü.

Bu arada İmam Hatip kursları adı altında kurulan kurumlar hızla artıyordu.

Köy Enstitülerinin yıkılışı sadece bir nedene bağlanamaz.

Köy Enstitülerinin başına gelenlerin kuşkusuz iç ve dış kaynaklı, dönemin koşullarına bağlı nedenleri de vardır.

Köy Enstitüleriyle başlayan aydınlanma ve özgürleşme hareketinin, büyük toprak sahipleriyle, emperyalizm tarafından önemli bir tehdit olarak algılandığı açıktır.

Enstitülerin kapatılması belki de Marshall  yardımlarının bedelidir; kim bilir!…

Kulağımıza Küpe Olsun!…

Köy Enstitüleri’nin mimarı İsmail Hakkı Tonguç, Enstitüler kapatıldığında şunları söyledi;

“Demokrasinin iki çeşidi vardır.

Biri, zor ve gerçek olanıdır.

Öbürü kolayı, oyun olanıdır.

Topraksızı topraklandırmadan, işçiyi sağlama almadan, halkı esaslı eğitmeden, olmaz.

Birincisi, köklü değişim ister, zordur ama gerçek demokrasidir.

İkincisi, sandık demokrasisidir.

Okuma yazma bilsin bilmesin, toprağı, işi olsun olmasın, demagojiyle serseme çevrilen halk, elindeki kağıdı sandığa atar, böylece kendi kendini yönetmiş sayılır.

Bu oyundur, kolaydır.

Amerika bu demokrasiyi yayıyor.

Biz de maalesef demokrasinin kolayını seçtik.

Çok şeyler göreceğiz daha.”

On yedi bin köy öğretmeni, eğitmen, sağlıkçı yetiştiren enstitülerin, Türk aydınlanmasına katkı görevini sürdürmesi siyaseten engellenmiş olsa da, gün gelecek ve UNESCO, Köy Enstitülerini dünyaya örnek olarak gösterecektir…

Köy Enstitülü Erdoğan Kenan Atılgan’ın dizeleriyle

sözü noktalayalım;

“Gün oldu, karabulutlar uçuştu üstümüze

Obamızı, kendimizi, ocağımızı mehrican çaldı.

Yüreğiniz varsa, isterseniz ağlamayın

Emmim kızıyla karşılıklı ağıt yaktık.

Ocaklarımızı söndürenin

Ocakları sönsün!

Altmış dört yıl kaybettik geçmişimizden…

Evet… Eveet… Eveeeet…

Ne istediniz bizden?…”

ERKAN OYAL

Exit mobile version